Başkaca bir alternatif yoktur!

Şehadete koş; nasıl olsa ölüneceğine göre kurtuluş için başka bir fırsat yoktur!

Dolayısıyla kurtuluş ancak bakilikle mümkün olacağından fani olan hiçbir kıymet ebedilik kazandıramaz.

Gerek ülke, gerek devlet, gerek millet, gerek vatan, gerekse gelecek nesiller ile ilgili çaba ve mücadeleler fani olan nefsi iyiler olsalar da, bakilik adına aldatıcı kötülerdir. Çünkü ebediyeti elinde tutan güç, güçlerin en mutlak olmasından kendinden başkası uğruna yapılan çalışmayı asla sindirmez ve zatına ortak koşma kabul eder.

Öyleyse ölmekten ya da öldürülmekten kaçıp kurtulabilme imkânının olmadığı bilindiği halde şehadete değil de ecele koşmak ancak hezeyandır. Bu sebeple her şeyin aşikârca kanıtlandığı dünyada şehadetle birlikte kazanılacak ebedi diriliğe kavuşmak istememek akılla değil imanla orantılıdır.

Yoksa sonu belli olan yaşamı fani bir şey için harcamak övgüyü değil yermeyi gerekli kılsa da, beşer öyle yüceltilip mutlak hale getirilmektedir ki, ölüm ardından ya bırakıları eser ya fedakârlık ya da kahramanlık iltifatlarıyla tabulaştırılabilmektedirler.

Hikmetin başı, diğer bir ifadeyle insanlığın ölçüsü yaratıcı ALLAH olması gerekirken yaratık nefsin olmasıyla hak ve adalet biçilmiş; batıla karşı şehadete koşması gereken Müslümanlar öyle bozulmuşlar ki, fiyat etiketli korkunç mahlûklara dönüşmüşlerdir. Çünkü içinde bulundukları batıl çark kendilerini öğüterek, güya inandıkları Hakkı gölgede bırakmıştır.

Aksi halde ALLAH’ın hükümlerine kayıtsız-şartsız bağlı bir Müslüman’ın batıl güçlere yenik düşebilmesi mümkün değildir. Çünkü ALLAH izin vermez!

Ancak kimlikleri Müslüman olan yığınların batılın güdümüne mahkûm edilmiş olmaları her ne kadar Müslümanların tevhit itikadı aleyhine bir algı oluştursa da, Müslümanlıkla şereflenmemelerinden böylesi bir zillete duçar kaldıkları hem geçmiş olaylar hem de Kur’an ile sabittir. 

Batıla yani kötülüğe karşı savaşmayıp şehaddetten kaçan; sürünmeye, alçalmışlığa, tutsaklığa, sömürüye, tecavüze, istilaya, diz çökmeye, asimilasyona, şiddete, baskıya, sapıklığa, mürtetliğe, canavarlığa ve açlık gibi hakirliğe layıktır.

Ekonomi her şeyi yapar diyen bir millet şerefsizliği göze almak suretiyle batılı makul görmüş olmasından hak ve adalete karşı vurulan zincirleri kırabilmesi mümkün değildir. Çünkü onun tek kaygısı para yani ticarettir!

Nasıl ki yenilenn namütenahi ve pahalı yemeklerin bir müddet sonra dışarı atılarak bir pislik haline dönüşmesi ya da nadide yapılar, eserler ve eşsiz güzellikteki ormanların bir kibrit çöpü ile yanarak yok olabilmesi yahut gıpta edilen muhteşem şehirlerin savaş, deprem veya sellerle tarumar edilebilmesi dünya ile ahiretin yani fanilikle bakiliğin farkını ortaya koymaktadır. 

Oysa fani yani aldatma ve eğlenceden ibaret dünya hayatının kendisini kandırmış olması ahireti yok saydırırcasına öyle basite indirgetmiş ki, güvenmediği ALLAH’ı, batılın müsaade ettiği ibadetleri yapmak ve dualarla ayartılabileceği kanısının doğmasına sebep olmuştur.

Haydi, özgürlük, bağımsızlık ve refah bir hayat adına verilen mücadeleyi haklı görelim. Ancak ecelden öteye sürmeyeceği ölümle aleniyken, ölümden sonrası için elde ne var?

ALLAH var diyorsan; diriyken ALLAH yok muydu ki, O’nun için şehadete koşmaktan ise ölümü bekledin? Neden hilkatteki eşine güvenerek ALLAH düşmanlarını dost edindin; neden dünya menfaatini ahiret hayatından üstün tuttun; neden hümanist odaklı bir birlik ve beraberlik uğruna ayetleri çağa aykırı bularak beğenmemek suretiyle siyasetten ve devlet yönetiminden dışlayıp yüz çevirdin?

Oysa ALLAH, yarattığı geleceği bilmiyor muydu ki, nefsin düzen kuruculuğuna yani kanun yapıcılığına itibar ettin?

Ahirete inandıklarını iddia edenlerin yalancılıkları, nefsi güdümlü yüzeysel gerekçelerle şehaddetten kaçmış olmalarıyla kanıtlıdır.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” Al-i İmran 169-170

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74 

“Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Saff 11       

“Allah, gaybı da şehadeti de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir. “ Müminun 92

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar.” İnsan 27

Şehadete koş…

Nasıl olsa ölüneceğine göre kurtuluş için başka bir fırsat yoktur!

Dolayısıyla kurtuluş ancak bakilikle mümkün olacağından fani olan hiçbir kıymet ebedilik kazandıramaz.

Gerek ülke, gerek devlet, gerek millet, gerek vatan, gerekse gelecek nesiller ile ilgili çaba ve mücadeleler fani olan nefsi iyiler olsalar da, bakilik adına aldatıcı kötülerdir. Çünkü ebediyeti elinde tutan güç, güçlerin en mutlak olmasından kendinden başkası uğruna yapılan çalışmayı asla sindirmez ve zatına ortak koşma kabul eder.

Öyleyse ölmekten ya da öldürülmekten kaçıp kurtulabilme imkânının olmadığı bilindiği halde şehadete değil de ecele koşmak ancak hezeyandır. Bu sebeple her şeyin aşikârca kanıtlandığı dünyada şehadetle birlikte kazanılacak ebedi diriliğe kavuşmak istememek akılla değil imanla orantılıdır.

Yoksa sonu belli olan yaşamı fani bir şey için harcamak övgüyü değil yermeyi gerekli kılsa da, beşer öyle yüceltilip mutlak hale getirilmektedir ki, ölüm ardından ya bırakıları eser ya fedakârlık ya da kahramanlık iltifatlarıyla tabulaştırılabilmektedirler.

Hikmetin başı, diğer bir ifadeyle insanlığın ölçüsü yaratıcı ALLAH olması gerekirken yaratık nefsin olmasıyla hak ve adalet biçilmiş; batıla karşı şehadete koşması gereken Müslümanlar öyle bozulmuşlar ki, fiyat etiketli korkunç mahlûklara dönüşmüşlerdir. Çünkü içinde bulundukları batıl çark kendilerini öğüterek, güya inandıkları Hakkı gölgede bırakmıştır.

Aksi halde ALLAH’ın hükümlerine kayıtsız-şartsız bağlı bir Müslüman’ın batıl güçlere yenik düşebilmesi mümkün değildir. Çünkü ALLAH izin vermez!

Ancak kimlikleri Müslüman olan yığınların batılın güdümüne mahkûm edilmiş olmaları her ne kadar Müslümanların tevhit itikadı aleyhine bir algı oluştursa da, Müslümanlıkla şereflenmemelerinden böylesi bir zillete duçar kaldıkları hem geçmiş olaylar hem de Kur’an ile sabittir.  

Batıla yani kötülüğe karşı savaşmayıp şehaddetten kaçan; sürünmeye, alçalmışlığa, tutsaklığa, sömürüye, tecavüze, istilaya, diz çökmeye, asimilasyona, şiddete, baskıya, sapıklığa, mürtetliğe, canavarlığa ve açlık gibi hakirliğe layıktır.

Ekonomi her şeyi yapar diyen bir millet şerefsizliği göze almak suretiyle batılı makul görmüş olmasından hak ve adalete karşı vurulan zincirleri kırabilmesi mümkün değildir. Çünkü onun tek kaygısı para yani ticarettir!

Nasıl ki yenilenn namütenahi ve pahalı yemeklerin bir müddet sonra dışarı atılarak bir pislik haline dönüşmesi ya da nadide yapılar, eserler ve eşsiz güzellikteki ormanların bir kibrit çöpü ile yanarak yok olabilmesi yahut gıpta edilen muhteşem şehirlerin savaş, deprem veya sellerle tarumar edilebilmesi dünya ile ahiretin yani fanilikle bakiliğin farkını ortaya koymaktadır.  

Oysa fani yani aldatma ve eğlenceden ibaret dünya hayatının kendisini kandırmış olması ahireti yok saydırırcasına öyle basite indirgetmiş ki, güvenmediği ALLAH’ı, batılın müsaade ettiği ibadetleri yapmak ve dualarla ayartılabileceği kanısının doğmasına sebep olmuştur.

Haydi, özgürlük, bağımsızlık ve refah bir hayat adına verilen mücadeleyi haklı görelim. Ancak ecelden öteye sürmeyeceği ölümle aleniyken, ölümden sonrası için elde ne var?

ALLAH var diyorsan; diriyken ALLAH yok muydu ki, O’nun için şehadete koşmaktan ise ölümü bekledin? Neden hilkatteki eşine güvenerek ALLAH düşmanlarını dost edindin; neden dünya menfaatini ahiret hayatından üstün tuttun; neden hümanist odaklı bir birlik ve beraberlik uğruna ayetleri çağa aykırı bularak beğenmemek suretiyle siyasetten ve devlet yönetiminden dışlayıp yüz çevirdin?

Oysa ALLAH, yarattığı geleceği bilmiyor muydu ki, nefsin düzen kuruculuğuna yani kanun yapıcılığına itibar ettin?

Dolayısıyla ölünce ahirete inandıklarını iddia edenlerin yalancılıkları, nefsi gerekçelerle şehaddetten kaçmış olmalarıyla kanıtlıdır.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” Al-i İmran 169-170 

O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Nisa 74

“Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Saff 11       

“Allah, gaybı da şehadeti de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir. “ Müminun 92

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar. İnsan 27

Yapaylık yalandır…

Aldatıcılıktır; dolandırıcılıktır; sömürücülüktür; kışkırtılıcılıktır; manipülasyondur; gerçeği gizlemedir; kibirdir; makyajdır; ikiyüzlülüktür; taklitçiliktir!

Yapaylık nefsi azdıran öyle bir hiledir ki, özden koparıp yalana götüren bir sahteciliktir.  Her ne yapılmış olursa olsun eninde sonunda varılan son nokta doğallık yani hakikattir ama yapaylığa öyle inanılmış ki, gerçeğe karşı gözleri kör, kulakları sağır ve kalpleri kavramaz kılan nefis, yalanı içselleştirmiştir.

Oysa yapay olan hiçbir şeyin ruhu yoktur!

Önümüze tüm elementlerin atomlarını alıp farklı biçimlerde ve sayılarda birbirlerine bağlayarak milyonlarca farklı molekül oluştursak, yine de doğal bir organa bağlı yapay bir akıl elde edemiyoruz. Bu moleküllerin büyük, küçük, basit ya da karmaşık olması da bir şey değiştirmemektedir. Sonuçta, bilinçli olarak bir işi organize edip başaracak bir zihin asla ortaya çıkarılamamaktadır.

Ne var ki, “yapay zekâ” adı verilerek yaratıcılık vasfına çıkarılan mikroçipler öyle pohpohlanmaktadır ki,  sanki insan eli ile yapılmış bilgisayarlar, makineler ve robotlar değillermiş gibi yapay taklitçilik, akıl olarak methedilebilinmektedir.  Velâkin insan ne ki, ürettiği ondan daha akıllı ve yetenekli olabilsin?

Hâlbuki adı yapay zekâ olan mikroçiplere yüklenen bilgiler misali insanlar da ruhsuz yani kadersiz bir bilgi, zekâ, irade ve güce sahip olsalardı; ne inanılmaz farklılıklar, ne buluşlar, ne iniş ve çıkışlar, ne barış ve savaşlar, ne fakirlik ve zenginlikler, ne güzel ve çirkinlikler, ne dostluk ve düşmanlıklar oluşurdu.

Ürettikleri yapay zekâdan farksız olan insanları yapaylıktan ayıran taşıdıkları ruhlarıdır. Ki, o ruhta, ürettiği cihazlar yani teknolojiler misali yaratıcı ALLAH’a bağımlı ve doğal olduğunu kanıtlamaktadır.

İnsan için görünüş her şey demek olduğundan yapaylığa önem had safhadadır; dolayısıyla yapılar, eserler, süslemeler, sahneler, ışıltılar ve müzikler gibi fanilikler yüzeysellikten öte baki hiçbir şey ifade etmediğinden yalnızca nefsi yani kibri okşayan yalanlardır.   

Ölen eşeğin bıraktığı semer fani bir eser ve yapay olduğuna göre; ölen insanın bıraktığı eserde yapay ve fani olduğundan aralarında özde hiçbir fark yoktur!  

Bu sebeple yapay olan her şeyin nasıl aldatıcılık olduğu her ne kadar aşikâr ise de, kulluğu yani doğallığı sindiremeyen insan, yaratıcıya karşı üste çıkabilmek ve nefsi tatmin edebilmek uğruna yapaylığa öyle sarılıdır ki, gerçek olan her şeyden hatta kaçınılması mümkün olmayan ölümden dahi kurtulabileceği hezeyanı doğurabilmektedir.

Yapaylığın nasıl korkunç bir gözbağı olduğu şu örnekle somuttur. 

Çinli bir işadamı, evlenmeden önce tüm yüzüne estetik ameliyat yaptırdığını kendisinden saklayan karısına “dolandırıcılık yaptığı ve çocuklarının çirkin olmasına neden olduğu” gerekçesiyle dava açıp önce boşanmış, ardından 120 bin dolarlık tazminat kazanmıştı.

Jian Feng isimli adam “çok çirkin” oldukları gerekçesiyle çocuklarına DNA testi yaptırdı, çocukların biyolojik babası olduğunu öğrendikten sonra ise karısının geçmişini araştırması üzerine Güney Kore’de 100 bin dolarlık estetik ameliyatı yaptırdığını öğrendi. Dolayısıyla kadın, çirkinliğini örtbas edebilmek için estetik yaptırmış ama doğurduğu çocukları kendisini deşifre yapmıştı.

Hayat kalitesinin yapaylıkta değil doğallıkta olduğunu ortaya koyan bu örnek, yapaylığın nasıl yalan ve aldatıcılık olduğunu özün değişmez ve değiştirilemez fıtratıyla kanıtlamaktadır. Kişinin veya toplumun yapay bir mutluluğa meyletmesi ancak mezara kadardır ama örnekte olduğu gibi öyle olaylar vardır ki, ölüyken gömülen mezara diriyken de girdirebilmektedir.

Yapay olan her şeyde öyle değil midir!

“Ey insanlar! Allah’ın vadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın! Fatır 5

 “(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” Rum 30

Yeni bir gün yoktur…

Güncelleşme vardır!

Çünkü yeniliğin olabilmesi ancak yaratılış, fıtrat ve kaderle mümkün olur ki, geleceğin bilinememesi güncelleşmenin yenilik olduğu algısını doğurmaktadır.  

Bu sebeple ne dün bitebilir; ne geçip gidebilir; ne de yeni bir gün yani başlangıç mukim kılınabilir!

Oysa bugünler yani yeni denilen günler, hep dünün yani unutulmak istenen geçmişin yarınları ise, yeni gün ile anlatılan abartılar tamamen bir manipülasyon olup, motive amaçlı şeytani vesveseden, aldatmacadan başka bir şey değildir.   

Dün, bugün, yarın tektir ve aynıdır! Çünkü kader tek ve değişmez; kaderi yazan yaratıcı tek ve değişmez olduğuna göre; yeni denilen günü dünden ayırabilmek mümkün müdür? Dolayısıyla geçmişteki karanlıklar yarında olacak; yakılan ağıtlar bitmeyecek; ölüme ve felaketlere çare bulunamayacak; nefsin övündüğü başarılar kıyamete dek sürebilecektir.

Neden biliyor musunuz; nefsin temsilcisi şeytanın varlığı sürmesinden; yaratıcı ALLAH’ın yenilemez mutlak galibiyetinin devam etmesinden.    

Bütün günlerin ölüme gittiği bir kaderde yeni gün anlayışı nedir ki, öncekinden başka bir öz taşıyabilsin? Ancak yarınki yeni gün, dününkinin aynası olduğundan yok sayılırcasına unutulmak istenerek sorgulanmaması akabinde zannedildiğinin aksine aydınlığa değil karanlık gidileceği kuvvetle muhtemeldir.

Platon, Kanunlar III eserinde; “İnsanlar, her nedense, felâketleri garip bir şekilde unutmuşlardır” diyerek, asla unutulmaması gereken şeylerin unutulma sebebini çözememiştir. Ki, o kadar geriye gitmeden birkaç saat öncesi bir yanlışlık, bir pişmanlık, bir tövbe, bir ihanet, bir acı veya bir felâket dahi unutulabilmekte, velev ki bir zaman içinde hatırlansa da gereği yine yapılamamaktadır.

Güncelleşen koşullar altında hafızasal bilgiyi, zekâsı, dikkati ve uyanıklığı zinde tutma başarısını gösterebilmek iradece mümkün değildir. Bedenin ruha müdahale edebilecek ve etkileşim sağlayabilecek hiçbir gücü bulunmadığından, rehabilitasyon programlarının konsantrasyonu arttırabilmesi ancak ruhun etki altına alınabilmesiyle mümkündür.

Fazla bilginin iradece denetlenemeyerek birbirine karıştırılması; geçmişi, felâketleri, yüzleri, isimleri, olayları akılda tutamayarak unutulması; problemleri çözmede ve akıl yürütmede mantıkla duyguların yenilmeye çalışılması fiziksel değil ruhsaldır ve bunun aşılabilmesi ancak ruhun kendi düzeneğindeki programatik işleyişi ve zamansal güncelleşmesine müdahaleyle mümkündür.

İman ettiği Rab ve ilkelerine dahi yüz çevirmek suretiyle batıla kucak açıp rehberliğini sindirilebilen bir insanın umduğu yeni gün ya unuttuğu kaderi ya inkâr ettiği kaderi ya da yeniden yazılacağını sandığı kaderidir!

Nefis öyle doyumsuzdur ki, beklediği yeni bir günün hayaliyle yaşar. Lakin ölümlü olduğunu hesap etmeyen insan, o yeni günü öldükten sonra tekrar dirileceği ahirette değil ölümlü dünyasında arar!

Öyle ki, yeni bir gün beklentisiyle aydınlık umanların durumu tıpkı ölülerin ahiretteki dirilişleri akabinde yeniden dünyaya geri dönmek istemeleri gibidir

Hani dünya ya da geçmiş karanlık, ilkel ve çağdışıydı! Öyleyse dünyada iken bulamadığın aydınlığı şimdi mi bulacaksın?

(Batıla) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar. Bakara 167

“Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar. En’am 28

“Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” A’raf 176

Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, müminlerden olsak! Şu’ara 102

“O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, «Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık» diyecekleri zamanı bir görsen! Secde 12

Kurban başka; yardım bambaşkadır!

Dolayısıyla Kurban ile yardımı özdeşleştirmek şirktir;  yani Allah’a karşı apaçık bir saygısızlık, kıyaslama, eşdeğer tutma, amaç edinme hatta üstünlük gütmedir ki, materyalistleştirilen İslam’ın ruhtan soyutlanıp tamamen bedenleştirilmiş olma ahvalidir.

Öyleyse Kurban insana mı, yoksa ALLAH mı takdim ediliyor?

Namaz ile muadil olan Kurban, fevkalade öyle önemli bir ibadettir ki, asla yoksul doyurma ve açlık giderme gibi bir öz taşımamaktadır. Kurban sonrası yüzeysel ihtiyaçların öne çıkarılması Kurban’ı şirk seviyesinde mundarlaştırmış; Allah için değil, yoksul ve fakir doyurma maksatlı kesildikleri algısı oluşturmuştur.

Peki, kanıtı nedir diye sorulacak olursa; Allah’a yapılan hediye ile ilgili Kurban törenine iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesidir. Bu, gizliden öyle bir üstünlük koşmaktır ki, bir beşere verilen hediyenin vekâletle gönderilmesine cesaret edilemezken, Allah takılınmamacasına ifa edilebilinmektedir.

Çünkü amaç Allah’a Kurban adı altında ihtiyaç sahibine yardım vermek olduğu için her zaman yapılması mümkün olan yardımın manipüle edilmiş olmasıdır. Nasıl ki cemaatle namaz kılınırken vekil tayin edilen imama iştirak şart ise, Kurban töreninde muaf olabilmek mümkün müdür?

Bu sebeple cemaatle namaz kılarken nasıl vekil kıldığın hocanın arkasında durma zorunluluğu var ise, kurban ibadetinde de vekil tayin edilen kimsenin yanında bulunma mecburiyeti vardır! 

Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık; vekâletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmemişti de, canlı canlı çok sevdiği oğlunu kesmeye kalkışmıştı? Ayrıca günümüzdeki gibi oğlu Hz. İsmail’i kurban etme amacı, etini yoksullara dağıtmak için miydi? 

Diğer taraftan; yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir

Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına karşın, her ikisi de taptıkları Rableri için kurban takdim etmemişler miydi?

Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?

Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade manevi yüceliğini ortaya koymakta; dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin değil, Allah’a teslimi bir saygı olduğu kanıtlanmaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye yanaşırdı. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.

Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek ete odaklanmaları sonucu törene sabredememeleri,  iştiraki önemsememeleri,  yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları düşüncesiyle kibirlenirlercesine kurbanlarının başında bulunmamaları, güya kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve hakarettir. Sanki Allah’a kemik atarcasına ete yahut kana ihtiyacı varmışmışçasına gösterilen akıl almaz şirk şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır.

Apaçık bir ibadet olan Kurban, beşer için değil sadece ALLAH için mutlaktır! Dolayısıyla ne söylediğin ya da ne düşündüğün değil, ne yaptığın yani amelin mubahtır.  

(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” Kevser 1-2

“Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. “Andolsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder” dedi.” Maide 27

“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur 52

“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala 10-13

“Göklerde ve yerde kimler varsa O’na aittir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.” Enbiya 19

Adil olsan yeter be arkadaş!

Ancak adil olabilmek için her şart ve koşulda vahiy yani İslam ölçü alınmalıdır ki, batıl düşünceleri arama ve deneme hezeyanında bulunularak çözüm araştırmasına gerek duyulmaya ihtiyaç kalmasın.

Sorunu yaratan İslam olduğuna göre; İslam’dan başkasının panzehir yani çare üretebilmesi mümkün değildir! Dolayısıyla sorunlardaki insan, hayvan, bitki, hükümet, devlet, millet veya şeytan gibi canlılar ile sebep olan cisimler nasıl vesileden ibaret ise, çözümdeki vesilelikleri de aynıdır.

Ne var ki, böylesi bir gerçeği kibrinden dolayı muhakeme edemeyen yığınlar, kendinden güçlü ve bilimsel gördükleri hilkatteki eşlerini kayırıcı ve çare üretici sanabilmektedirler.

Her ne kadar insanlar ve devletler fıtratlarına göre farklı yaratılarak birbirlerine karşı üstün getirilmişler ise de, o üstünlüğün iradesel olmadığı baş edilemeyen ecel ve felaketlerle kanıtlıdır.

Asıl fecaat ayırım yapmak değil, yapmamaktır! Çünkü kimin ne olduğu ve neye inandığı gizli olduğundan şüphe ve tereddüt hastalığı ruhları sarmış; dolayısıyla herkes karşısındakini hain zannettiğinden güvenin kırıntısı bile ortada kalmamıştır.  

İslam’ın olmadığı bir Müslümanlık nedir bilir misiniz; içerdeki ve dışarıdaki haçlı-siyonist güçlerin kuşatması altındaki bir boyundurukluğun mukim kılınması; hak ile batılın ayrılmamasıyla Allah hükümlerinin siyaset ve devletten dışlanmasıdır.

Başka bir ifadeyle biseksüel sapkınların koşullara göre her iki cinse de aynı ölçüde ilgi duymaları nasıl diğerlerinden daha yaygın bir sapıklık; ya da Bahaîliğin Allah’a inanan bir inanç olmasına rağmen Kur’an hükümlerini reddetmesi ne ise, İslam’ı siyaset ve devlette yok sayan İslamsız Müslümanlıkta aynıdır!

İslamcı olmayı reddedip Müslümanlığı kabul ederek kendini muhafazakâr, demokrat, milli görüşçü, milliyetçi veya Türk Müslüman’ı olarak nitelendiren dindarların İslam olmadıkları sindirdikleri seküler-laik bağlılıkları, destekleri ve yönetimleriyle aşikârdır. 

Allah ve Resulü hükümlerinde ayırım zorunluluğunu ısrarla vurgulanmış; ancak adalet konusunda eşitlik emredilerek, ana-baba hatırlığın hatta düşmanlığın dahi görmemezlikten gelinerek adaletle şahitlik edilmesi şart koşulmuştur.

Ancak İslam olmayan hümanist güdümlü müslümanlar, Allah yerine beşeri öyle üste çıkarmışlardır ki, yaratıcı Allah’ı dahi yarattığı beşerden dolayı sevdiklerini ikrar ederek, yaratığa hizmetle yaratıcının rızasını kazanmakla eşdeğer tutma hezeyanında bulunabilmişlerdir.

Çünkü İslam değiller!

Öyle ki, nefislerine karşı olanı düşman; Allah’a karşı olanı ise dost belleyebilmişlerdir. Nice amansız kâfirler arasındaki ünlü Allah ve İslam düşmanı ateist sanatçı Fazlı Say’ın hümanist müslüman Recep Tayyip Erdoğan tarafından sevgili edinilmesi ve devlet erkânıyla konserine gidilerek tekmil getirircesine bağra basılabilmesi; ya da hakka karşı batılı galebe çalma amacı taşıyan hıristiyan- süryani kilisesini inşa edebilmek için elleriyle hizmet yapabilmesi gibi!

Sultalaşma yanlışın kabulünü öyle meşrulaştırmış ki, chp’li Atatürk’ün tanrılaştırılmasına tepki gösterilirken, Zülfü Tolga Ağar adlı Elazığ Milletvekili; “Cumhurbaşkanı Erdoğan denince bize Allah gibi geliyor” açıklamalarıyla nasıl putperestliğin egemen olduğunu, dolayısıyla zehrin dinli-dinsiz herkese yayılabildiğini kanıtlamaktadır.

Ayırımcılık gütmeyen ve ayırıma karşı olduğu iddiasında bulunan kim olursa olsun yalancıdır! Oysa ayırıma karşı olmuş olsalardı, adaletten taviz vermez; ana-baba-kardeş-yakın-partililer başta olmak üzere eşitlikten yana olurlardı. Ancak hümanist bir çıkarla şeytan misali etkileyebilme amacı içindedirler.  

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” Maide 8 

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah’tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah’tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Nisa 78

Günahın o kadar şirksel ki…

Dışındaki irili-ufaklı günahlar, uğradığın lanetin yapıtaşlarıdır!  

ALLAH’a ortak koşulan sekülerizmin, laisizmin, pozitivizmin, rasyonalizmin, liberalizmin ve demokrasinin meşrulaştırılıp devlet biçimi yapıldığı bir düzende herhangi bir günahın affı mümkün değildir.

Çünkü nefis için Kur’an hükümlerinin dışlandığı bir düşünce düzeyinde şeytanın tövbesi nasıl olanaksız ise, aldananların bağışlanma ihtimalini de şirk ortadan kaldırmaktadır.

Şöyle ki, nasıl üzerine ALLAH’ın adı anılmadan ya da diğer bir ifadeyle ALLAH adına kesilmeyen hayvanların etinden yemek büyük bir günah ve ALLAH’a ortak koşmak ise, ALLAH ve Resulü’nün dışlandığı bir siyaset, devlet, meclis, yargı ve uyulan anayasada haramdır; şirktir; bağışı kabil olmayan bir tağutluktur.

Ancak insana hizmet ile manipüle edilen şirk öyle bir virüstür ki, cinsel ilişkideki tatmin misali önce doyum hissi verir, sonra tepetaklak yıkıp çerçöp eder. Dolayısıyla nefse yani kibre galebe çaldıran hiçbir şey Allah ile birlikte anılamaz.

Yoksa ALLAH’a ortak kılmanın yanında zina, uyuşturucu, tecavüz, pedofillilik, ibnelik, orospuluk, fahişelik, hırsızlık ve teröristlik gibi günahların esamisi dahi aranmaz.

Affı mümkün olmayan şirksel bir günahın gerekçelere sığınılarak siyasi ve ekonomik menfaatler gibi fani kazanımlar için masumlaştırılması akabinde Allah’a ve İslam’a hizmet adına yapıldığı düşüncesi apaçık bir şirktir.  

Oysa nefse hizmet asla ALLAH’a hizmet değildir! Çünkü nefis O’na rakip olduğundan hak ile batılı harmanlamaya kalkışmak imana zehir katmaktır.  

Kaynağını İslam’dan almayan bir milliyetçilik, ulusalcılık, Atatürkçülük veya Türkçülük düşüncesinin nasıl küfür olduğu ülkemize sığınan mültecilere karşı duyulan kin ve nefret dolu ırkçı tepkilerden anlaşılmaktadır. Gerçi iman sahibi Müslümanlara da aynı tepkide bulunan din karşıtı laikler, vatanı yani Allah’ın arzını kendilerinden ibaret sanmaktadırlar.

Demokrasinin azmettirmesiyle öyle hadsizleşmişlerdir ki, tıpkı ölümü ve ölümlü olduklarını takmadıkları gibi ileride yaşayabilecekleri aynı felaketlerin olmayacakları önyargısıyla kovmaya çalıştıkları hatta idama gönderdikleri mültecilerin ülkelerine ihtiyaç duyabileceklerini ve sığınabileceklerini kestirmemektedirler. Çünkü kaderin çarkı her an dönmektedir!   

Öyle ki, insan iradesini Mutlak İrade’den üstün tutarak hâkimiyeti millete yani kula veren demokratlar, Anayasa Mahkemesinin aldığı karar misali pkk terörizmini öven güruha “hak ihlali” yapıldığına hükmetmesine öyle karşılar ki, savundukları demokrasiden kendilerinin de memnun olmadıkları ortaya çıkmaktadır.

Madem fikir ve ifade özgürlüğü fitne olarak kabul edilmeyip demokrasi düşüncesi sabit kılınmış, neden teröre arka çıkanlara tepki gösteriliyor; neden Anayasa Mahkemesinin kararına isyan edilebiliyor? Pkk partisi hdp demokrasi adına meşru sayılarak seçilen pkk’lılar devletin güvencesi altında olurken; neden pkk’yı övenler suçlanabiliyor?  

Devletin kerhanelerin çalışmasına izin verip, orospuluğu teşvik edercesine özlük haklar tanırken; neden fuhuş yapan fahişeler yasaklanıyor biliyor musunuz; sebep ne din ne namus ne ahlak ne iffettir ne de insan haklarıdır.

Kazanılacak vergidir!

Diğer bir ifadeyle “para her şeyi yapar” ilkesi taşıyanın para için yapmayacağı hiçbir şeyi olmadığından şirk batağında debelenmesine rağmen kurtarıcı kalkan olarak Allah’a ve dini İslam’ı manipüle etmeye kalkışsa da o bataklıktan çıkamamaktadır. Çünkü dişlisine kapıldığı batıl çark imana gelmesini engellemektedir.

Allah’a ortak koştuğu halde diğer günahlardan korunmaya çalışanın durumu; tıpkı mini etek giymiş bir bayanın külotunun, apış aralarının ve kıçının görünmemesi maksadıyla eteğini çekiştirmesine benzer.

Bu sebeple o kadar günahımız var ki, affı mümkün olmayan ALLAH’a şirk koşulması olduğundan tövbe getirilse de temize çıkabilmek şeytan misali imkânsızdır.  Ancak hidayete ulaşma akabinde ALLAH uğruna şehadete erişebilirse bağışın olasılığı kuvvetle muhtemeldir. Çünkü ALLAH yolunda öldürülenlerin ölü değil diri olduklarına dair müjde vardır!

Tabii ki, İslami olmayan bir devlet,  demokratik olan bir millet, şeriatın hükmetmediği bir vatan, ALLAH adına sallanmayan bir bayrak, nefsin hüküm sürdüğü bir düzen için şehadetin mukim olabilmesi mümkün değildir!

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” Nisa 48

“Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O’nun bilmesi yeter.” Furkan 58

“Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlar olursunuz.” En’am 121  

(Sana şu talimatı verdik): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Maide 49  

Sakın ha; ALLAH deme!

Çünkü yalancısın; ikiyüzlüsün; hilekârsın; bencilsin; asisin; kibirlisin; nefisçisin; bedencisin; dünyacısın; nankörsün; hainsin; laiksin; demokratsın; boyun eğensin; korkaksın; güvenmeyensin…

Yaratık beşere dayanıldığı kadar yaratıcı ALLAH’a güvenilmemesi şirkin ta kendisi olduğundan dilleri Allah’ı anmaya alışık olanlar, tıpkı şarkı aralarındaki nameler misali öyle nidalar içindedirler ki, imanlı, diğer bir ifadeyle Müslüman algısı verdiklerinden ihanetteki hoyratlıkları ya da ihanet ile ilgili mazeretleri görmemezlikten gelinebilmektedir.   

Oysa iman ehli bir Müslüman, şart ve koşullar ne olursa olsun güvenmesi gereken tek merci ALLAH ve Resulü olmasından ilkelerine tumturaklı itaatle yükümlüdür!

Ne var ki, Allah için yaratılmış bir kul olduğuna inanmış bir Müslüman’ın O’nun yolcusu olduğunu ilkel bulurcasına nefsi istekleri sindirici bir başkalaşıma girişmesi; gerekçe olarak adına da çağdaşlık ve demokrasi diyerek meşrulaştırması imanı kıyan, lekeleyen, mundarlaştıran ve sonuçta yok olmaya götürmektedir.     

Düşünebiliniyor mu; herhangi bir seçim sonucu küfrün galebeliği demokrasi adına içselleştirilebilmekte; Kur’an ve sünnetin azgın düşmanları hoşgörü, birlik, çıkar ve çağdaşlık adına kabullenilebilmekte;  Allah’a olan inanç ve iman yok sayılıp aklın üstünlüğünü vurgulayan laiklik küfrü benimsenebilmekte; Allah’ın tek ve hakim dini İslam’ın egemenliği tehdit ve tehlikeli addedilip batıl ile Hakk harmanlanarak İslam manipüle edilebilmekte; Allah’ın indirdiği kanunlar siyasetten ve devletten dışlanarak hakimiyeti yok farz edilebilmekte; nefis, şeriattan üstün tutulabilmekte; Allah ve Resulü’nün hükümlerine göre muhakemeleşme yani hukuk ve yargı reddedilip nefsi öne çıkaran batıllık kabul görebilmekte; Allah yolundaki cihad ve mücadele terörle özdeşleştirilebilmekte; ayetler eğilip bükülmek suretiyle küfre peşkeş çekilebilmekte; aşılamayan sorunlarla karşılaşıldığında Allah, kurtulunca ise “ben” diyebilinmekte; başarı ve zaferin Allah’tan değil beşerden geldiğine inanılabilinmekte; kadere karşı özgürlük savunulabilmekte; haram helalmişçesine dayatılabilmekte; küfre uyum sağlayabilmek için hadis ve sünnet adına manipülasyonlar meşrulaştırılabilmektedir.  

Yaratıcı Allah, başta peygamberleri olmak üzere hiçbir insanı tahtına ortak kılmayıp iradece inisiyatif tanımadığı ve hükümlerini tebliğden öte hiçbir konuda otorite vermediği aşikar iken; hâkimiyetin beşerde olabilmesi ve Rabbini dolaylı ya da dolaysız dışlayabilmesi mümkün müdür?

Mutlak olan egemen güç ya daima Allah’tır yahut daima insandır! Her ikisine inanç ise kâfirlikten yetmiş kez daha şedit bir münafıklıktır.   

Böylece sözle Allah’a inanan Müslüman kimliklilerin ateistçe düşünce ve davranışları öyle ayyuka çıkmıştır ki, şüphe içindeki Agnostik hezeyanlarından ötürü çoktanrılı sapkın bir itikada bürünmüşler ise de, ALLAH, Kur’an ve Resulü’nü anmaktan da geri kalmazlar.

Hiçbir hareket ve olayın kendiliğinden ya da beşeri bir irade tarafından oluşamayacağı temel prensibine bağlı kalarak, etkileşmeyi sağlayan kuvvetin mutlak dürtüsüyle sebepler doğmakta ve olaylar geliştirerek sonuçlandırmaktadır. Zihinsel veya duygusal, fiziksel veya ruhsal her şey; ‘o kitap’taki kadersel düzeneğe göre olgunlaşmaktadır. Fertler veya toplumlar arası farklılık ve uçurumlar önceden kurgulanmış mutlak bir programa göre plânlanmamış olsaydı; benlikler durdurulamaz, herkes birbirini ezerek ve parçalayarak tahtı ele geçirmek isterdi. Lideri veya sultanı sarayda, halkı ise çöplükte veya cephede, işsizi sürünüp işlisi keyif halinde, zengini tok yoksulu aç, seçenin aşağılanıp seçilenin itibar gördüğü bir düzende insanların sabredebilmesi, sessiz ve sakin bir umut içinde huzur ve güven ortamın var olabilmesi kimin iradesidir ki, O iradeden başka hiçbir iradenin olmayacağına inanılmasın?

Ancak tumturaklı güvenip iman etmedikleri ve yeterliliğinden şüphe duyarak hükümlerini rehber edinmemek suretiyle çağdan ırak gördükleri ALLAH’a inandıklarını söyleyenler katıksız münafıklardır.

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «İman ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” Ankebut 2-3

“Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” Ankebut 61

“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette «Allah’tır» derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız (güvendikleriniz), O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.” Zümer 38

 “«Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik» diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.  Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.” Nur 47-48

Teşhirci…

Olmaktan ise, gericiliği, yobazlığı, ilkelliği, çağ dışılığı, yoksulluğu; hatta dışlanmışlığı, cehaleti, körlüğü, sağırlığı yeğlerim.

Neden?

İlk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovularak dünyaya gönderilmelerine karşılık verilen ilk ceza mahremiyetlerinin teşhir edilmeleri yani çıplaklıklarıydı. Oysa Allah, sahip olduğu ilim ve bilgeliğiyle onları teşhir olmaktan sakınacakları imkânlara kuşkusuz sahipti.

Şeytanın tıpkı Âdem ve Havva’ya musallat olması gibi insanları dürtmek suretiyle vesvese vermesinden birbirlerini teşhir eden nefisler, kendilerini öyle bitirmişlerdir ki, her türlü sapıklığın, ahlaksızlığın, tahrikin, tehdidin, tacizin, tecavüzün, şiddetin, cinayetin, sıkıntının, doyumsuzluğun ve isyanın müsebbibi olurlar.

Libidoluğu tetikleyen nasıl teşhircilik ise, karşı cinsle tatmine giremeyeni de eşcinselliğe yöneten teşhirciliğin dürtüsüdür. Her ne kadar harami cinsel birlikteliklerin ardından baş gösteren doyumsuzluk eşcinselliği mukim kılmış olsa da, her iki durumda da azmettirenin teşhircilik olduğu tartışılamazdır.  

Ne var ki, eşcinsellik diğer bir ifadeyle sevicilik, ibnelik, çıplaklık ve göstericilik özgürlükle öyle bağdaştırılmış ki, sübyancılıkta böylesi bir etkinin tatminsel başka bir güdümüdür.      

Gerek denizde, gerek havuzda, gerek parkta, gerek okulda, gerek eğlencede, gerek sokakta gerek evde namahrem olanlara teşhir edilen çocuklar sapkınlara meze yapılmakta ama teşvikkâr sorumluluklarını üstlenmeyen ebeveynler, en yakınındakilerden değil de yabancılardan sakınma manipülasyonuyla evlatlarını şehvete itebilmektedirler.  

Bir çocuk için yabancı bir sapık aramaya ve korkmaya hiç gerek yoktur! Asıl sapık aile içine girenler arasındadır. Bu, kimi zaman eşit yaştaki yakınları, akrabaları ve tanıdıkları; kimi zaman yaşından büyük çevresi; kimi zaman ebeveynlerinin arkadaşları; kimi zaman enişteleri; kimi zaman komşuları; hatta kimi zaman aile bireyleri olabilmektedir! 

Pedofil sapkınlarını, normal addedilen ergen sapıklardan ayıran özellik nedir bilir misiniz; cinsel yani doyumsal yetingenliktir. Dolayısıyla bedenini sergileyerek güçlü, çekici, cazibeli, beğenili, zevkli ve etkileyici görünmek isteyen ebeveynlerin ve çevrenin çocuklarını cinsel istismara karşı koruma ve güvence altına alabilmeleri mümkün değildir.

Hele Allah’ın yarattığı insanlar ile ilgili hükmettiği buluğ yaşındaki çocukların etrafındakileri rehber edinmelerinden ve yetiştirilmelerinden dolayı istismara da ihtiyaçları yoktur! Çünkü çoğunlukla onların istismar ettiği de malumdur.

Mesele gizlilik ya da alenilik değil, fitne yani kışkırtıcılık, teşhircilik ve ahlak kurallarının doğranarak nefislerce meşrulaştırılmasıdır. Unutulmamalıdır ki, kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir!

Başta pedofililik olmak üzere ergenlerin sapıklıkları kapalı toplumlarda değil, seküler-laik ve demokratik düzenlerde artış göstermesi adiliği öyle legalleştirmektedir ki, tüm dünyayı kuşatan bir tehlike oluşturmaktadır.

Peki, sorun çözülebilir mi diye soracak olursanız;

Kesinlikle çözülemez; çünkü sorunu meydana getiren düşünceyle sorunu giderebilmek mümkün değildir.

Bir kişi tarafından başka bir kişiye isteği dışında zor kullanarak yapılan nasıl bir cinsel istismar ise, teşhirle doğan zinada öyle bir suçtur. Bu sebeple zorla ya da isteyerek yapılan cinsel eylemi birbirinden ayıran düşünce, ahlak kurallarını yani haramı yok sayan öyle bir hezeyandır ki, yaratıcı Allah yerine nefsi hükümleri egemen kılan bir sapkınlıktır. Yoksa sapıklık sadece pedofililik değildir!  

Böylece ahlak kurallarının cinsel etkinliklerinin bütünü olduğu; dolayısıyla pedofili ve yaşı küçük gençlerle olan doğal veya çarpık ilişkiler, o bütünün sonucu ortaya çıkan neticelerdir.

Nasıl ki, batıl bir düzene bağlılıkla hakkın ilkelerini galebe çaldırabilmek mümkün değil ise, teşhirin meşru görüldüğü bir düzende de ahlaki bir değerin taşınabilmesi imkânsızdır.  

Velev ki, mütedeyyin bile olunsa!

“Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir. Enfal 53 

“«Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler) Nuh 27

Hapis bir özgürlüktür!

Doğduğundan itibaren kader mahkûmu olan insan, her an gözaltında olmasından ötürü hiçbir zaman özgür olamamış ancak bedeni serbestîliği hür ve bağımsız olduğu algısı vermesinden tutukluğunu sadece hapishaneyle sınırlandırmıştır. Dolayısıyla bedeni hapis bir manipülasyondur!

Oysa insan, bulunduğu ortama yoğunlaşarak uyabildiği takdirde ister müebbet bir cezayla tutulduğu zindanlarda; isterse yeryüzünün en görkemli, şatafatlı, huzurlu ve namütenahi bir saltanat içinde de olmuş olsa hiç değişmez.

Mesele bedenin nerede olduğu değil, ruhun nasıl olduğudur! Dolayısıyla ruhun bedenden ayrılmayıp idamın gerçekleştirilmemiş olmasıyla hükmedilen yaptırım ne olursa olsun; o ceza değil mükâfattır.

İçinde bulunulan ortamla barış yapan yani nefsi istekleri yenerek alışmayı sağlayan beden değil ruhtur.  Öyleyse hapsedilen bedenin ruhun üzerinde hiçbir etkisi olmadığı aşikârken; bedeni hapsetmekle ruhun derinliklerindeki azgınlık, canilik ve asiliğin iflah edilebileceği mi sanılıyor ki, idamlık bir suçluya hayat veren müebbet bir yaptırım ceza sayılabilsin?    

Devletin putperest dinini bozmak ve gençliğe zarar vermekten idam cezasına çarptırılan Sokrat, bedenin değil ruhun önemini idrak etmiş ve ruhun ölmezliğine inanmış bir filozoftu. İdam edilmesine ramak kala gözyaşları içindeki dostları kendisini zindandan kaçırmak istemiş ancak o kabul etmeyip, “Kaygılanmayın, gömeceğiniz sadece bedenimdir” demişti.

Böylece ruhtan koparılmamış bir beden varlığını sürdürdüğü müddetçe zehir akıtır; canavarlığını yayar; fitne çıkarır; bozgunculuk yapar; yaptığı kötülüğün karşılığı verilmediğinden sevinip daha beter azar; çevresini körükler.    

Her türlü maddi varlığa sahip ve ulaşılamaz addedilen bir kimsenin yakalandığı ruhsal sıkıntı nasıl kendisini zindanda esir olanlardan daha beter kılıp intihara dahi sürükleyebiliyorsa; ömür boyu zindana hapsedilmiş bir kimsede huzurlu ve mutlu olarak ortamından memnun kalabilmektedir. 

Dolayısıyla kader her şeyi öyle mümkün kılıyor ki, en ağır cezayı dahi sabra ve hamda dönüştürürken; huzur ve güvenli bir yaşamı da kâbusa çevirebilmektedir.

Müebbet hapis asla bir ceza değil; tıpkı dışarıdaki insanın hissettiği bir özgürlük; bir ödül; yeme, içme yatma ve güven imkânının sağlandığı bedava bir beslenmedir. Öyle ki, hapiste olmayan kimse iaşesinin yani geçiminin karşılığını ödemeye zorunlu iken, hapiste olan ise her şeyden muaftır.  

Bu sebeple ömür boyu verilen hapis cezası; kötüyü ve kötülüğü cesaretlendirmekte, affedilme fırsatı vermekte, mağdurun gözyaşlarını müebbet kılmakta, hak ve adaleti doğramakta, azgınlığı azmettirmekte, kangrensi yaralar açmakta, korku saçmakta, tehlike oluşturmakta, güveni yok etmekte, devlet ve milletin acizliğini kanıtlamakta ve yaratıcı ALLAH’a ortak koşmaktadır.

Örneğin 15 Temmuz darbesi sırasında insanları katlederek ve yaralayarak zalimlikte sınır tanımayan bedbahtlar ne ise, o bedbahtları hak ettikleri idam cezasına çarptırmayan hükümet ve mecliste onlar gibidir!

Oysa alçakça hainler tarafından öldürülen ve organları koparılarak sakat bırakılan insanların ve geriye bıraktıkları yakınları ve sevdiklerinin ne yapılan törenler, ne dikilen abideler, ne methiyeler, ne ödüller, ne hatırlanacakları müzeler ne ayakkabılarının ve elbiselerinin sergilenmeleri umurlarında değil.

Düşünün ki, Fatih Sultan Mehmed Han’ın kıyamete dek sürecek olan lanetsi vasiyeti ortada olduğu halde hiç takılmıyor ama tıpkı 15 Temmuz şehit ve gazilerine yapılan sahne şovları gibi törenler ve övgüler dizilerek anılabiliyor.  

Gerçi pkk elebaşı apo denen caniyi de idam etmek yerine özel bir ada, özel bir güvenlik ordusu, özel aşçı ve hizmetçiler tahsis ederek bebek bakımından daha mükemmel ve hassas bir imkân sağlayan bu devlet değil midir? Oysa yakalanmadan evvel çok müşkül bir yaşam süren apo, hapsedilmiş olmasına o kadar memnun ki, kaçakken sahip olamadığı keyfiyeti çıkarmaktadır!

Devlet hangi şehidi ve gazisine zehirlenebilir endişesiyle yemeğini yemeden önce çeşnicibaşı görevlendirdi? Ama Hitler gibi apo’nun da çeşnicibaşıları mevcuttur!  

Bir devlet, hükümet, meclis ya da millet, varlıklarını tehdit ederek son vermek isteyen saldırgan hainlere, katillere ve düşmanlarına işledikleri cinayetler karşılığında idam cezası vermeyerek elimine edemiyor; üstelik mükâfat addedercesine bakımını, beslenmesini, güvenliğini ve rahatını sağlayabiliyor ise,  o insanlık düşmanı korkak ve işbirlikçi bir devlet, hükümet, meclis ve millettir!

“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Bakara 178

Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.Bakara 179

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, eğer, büker, yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135  

Hem laik hem Müslüman…

Ya da hem demokrat hem Müslüman; Ama İslam değil!

Çünkü İslam, gerek sekülerizmi gerek laikliği gerekse demokrasiyi reddeder.

Lakin Hak ile batılın harmanlanmasından öyle bir Müslümanlık anlayışı doğmuş ki, İslam, diğer bir ifadeyle İslamcılık ile Müslümanlık tıpkı dinin siyasetten ayrılması misali birbirinden koparılarak İslam terörle özdeşleştirilebilmiştir. Çünkü adına radikal dedikleri samimiyet nefsi düzen için fevkalade tehlikelidir.   

Hatta aynı sinerjideki din adamları da fetvalarıyla vahyi hükümleri satmakta hiçbir beis görmemişler; kaynağını kimi müfessirlerden aldıkları hadis rivayetleriyle hem peygambere iftira atmışlar hem de o söylentileri vahye muvafık kılmakla yetinmeyip üstün dahi tutabilmişlerdir. Çünkü hiçbir peygamber, zatına inen vahiyden öte ve Kur’an’a muvafık olmayan hiçbir söz yani hadis söylememiştir. Hele İslam’ın egemen olmadığı, şart ve koşullarına uymayan hiçbir düşünceye ve batıl düzene geçit vermemiş; sindirmemiş; rıza göstermemiş; yaratıcısı Allah’tan başkasını çıkar olarak görmeyip aksine mücadele etmişlerdir.

Oysa Allah’a olan inancı yok sayıp aklın egemenliğini kabul eden laik ve demokratik bir düşüncenin İslam olabilmesi her ne kadar mümkün değilse de, sözde Müslümanlıkla böylesi bir tezadı aşmaya kalkışmışlardır. Tıpkı açık ve seçik ayetleri tevil etmek suretiyle hadis adı altında İslamsız bir Müslümanlığın, dolayısıyla batıl düzenin galebe çalınmak istenmesi gibi!  

Nefsi isteklere göre ve nefis için yapılan hiçbir iyinin Allah nezdinde bir değeri yoktur. Çünkü Allah, her şeyin kendi adına yapılamasını ister ve bu, ön şartıdır. Nasıl ki, bir hayvanın Allah adına kesilmiş olması etini helal, kesilmemiş olmasını büyük bir günah ve haram addetmiş ise; İslam dışı seküler-laik ve demokrasi adına yapılan her şeyde haramdır! 

İnsan için “ilk başlangıç” nedir diye hiç merak ettiniz mi? 

Ruhtur!

Peki, aklı türeten nedir?

Ruhtur!

Öyleyse ruhun varlığına inanmayanın aklın varlığına inanabilmesi nasıl imkânsız ise, İslam’ı reddedenin ya da kısıtlayanın yahut başka düşünceleri ilke edinenlerin de Müslümanlığı mümkün değildir.  Çünkü Müslümanlık şerefine nefsi isteklere ve tercihlere göre yapılanlarla ulaşılamaz!     

Özgür ve etkin addedilen aklın varlığı çoğu zaman gerçek yaşama yansımamakta ama öyle sanılmaktadır. Bu yansımaya neden olan sinir kütlesinden ibaret aparat bir beyindir. Zaten pozitif bilim, yalanlarını odaklandığı beyinle beslemektedir

İslam olmadan nasıl Müslümanlık var olamaz ise, yaratıcı Allah’ın Etkin Akıl’ı olmaksızın insan akliyatının var olabilmesi de gayrimuhtemeldir. Tıpkı ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşen ölüm misali!

İnsan aklının Etkin Akıl’dan daha üstün ve mutlak bir güç olmaması gibi, İslamsız bir Müslümanlık da söz konusu değildir. Çünkü insan aklı, hiçbir zaman kaderinin hakimiyetini ele geçirememiş ve geçiremeyecektir!

Ünlü bilim adam› Wernher von Braun, dünya çapında tanınan en popüler uzay bilimcilerinden biridir. Wernher von Braun, II. Dünya Savaşı sırasında ünlü V-2 roketlerini geliştirerek Alman roket mühendisliğine önderlik etmişti. NASA’nın direktörlüğünü de yapan Dr. Braun, aynı zamanda güçlü bir Allah inancına sahip dindar bir bilim adamıydı. Yaradılış ve doğadaki tasarım için şöyle demişti. “İnsan eliyle uzayda uçmak şaşırtıcı bir başarı ama uzay, kapılarının çok az bir kısmını insanlara açıyor. Bu delikten evrenin geniş esrarına bakmak, Yaratıcı’ya olan kesin inancımızı onaylıyor. Evreni var eden üstün bir Etkin Aklı tanımayan bir bilim adamını ve gelişen bilimi reddeden bir din adamını anlamakta güçlük çekiyorum.”

Ancak Allah, kendisini İslam ile şereflendirip Müslümanlıkla hidayete erdirmiş olsaydı, anlamakta güçlük çektiği gerek pozitif bilim adamlarını gerekse münafık din adamlarının anlayışsızlıklarını kolayca idrak edebilirdi. 

Esası İslam olmayan söz, düşünce, davranış ve düzenlerin tamamı batıl olduğundan Müslümanlıkla örtüşebilmesi mümkün değildir! Dolayısıyla söylenen söz ve yapılan hareket doğru bile olsa ancak kaynağı Kur’an ve sünnet ise muteberdir. Çünkü çoğu kez doğru ya da iyi şeylerle yanlış veya kötü meşrulaştırılmaktadır.

“Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” Bakara 42

(Ey münafıklar! Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlatça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (batıla) dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir.” Tevbe 69

“İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) batıldır.” Hud 16

“Biz resulleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kafir olanlar ise, hakkı batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla mücadele verirler. Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.” Kehf 56

“Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var. Hiçbir peygamber Allah’ın izni olmaksızın herhangi bir ayeti kendiliğinden getiremez. Allah’ın emri gelince de hak uygulanır ve o zaman batılı seçenler hüsrana uğrayacaklardır.” Mü’min 78  

“Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; O’ndan başka taptıkları (inandıkları) ise hiç şüphesiz batıldır. Gerçekten Allah çok yüce, çok uludur.” Lokman 30

Resûle düşen (vazife), ancak duyurmadır. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.” Maide 99

Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum.” A’raf 62

Atatürk = CHP’dir!

Dolayısıyla CHP = Atatürk olduğundan birbirlerinden ayrı düşünülebilinmesi ve tarafsız addedilebilmeleri mümkün değildir. Hele CHP’li olmayan bir insanın yahut milletin Atatürk’ü benimseyerek sindirebilmesi trajikomiktir. Ya da CHP dışındaki İslam referanslı partilerin Atatürk’ü sahiplenme girişimleri de fevkalade acıklıdır.

Atatürk için CHP’den başka bir parti yoktur; devleti CHP çatısı altında kurarak, ilke ve inkılâplarını CHP adına gerçekleştirmiş; milleti bir halden başka bir hale dönüştürmesindeki amaç, milleti ilkel ve akıl dışı bulduğu Kur’an’dan uzaklaştırabilmek içindi.

Cumhuriyetin ilk yılında Kur’an tercümelerini din âlimlerine değil kurduğu bir bilim heyetine yaptırmak istemiş; birkaç denemenin ardından başarısız olununca,  Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme etmesi şartıyla zamanın diyanet işleri başkanı Ömer Nasuhi Bilmen’e yaptırtmıştı. Oysa Atatürk’ün din, daha doğrusu İslamiyet’le ilgili inkârsı düşünceleri bilindiği halde kastı ne olabilirdi?

Evet, Karabekir; Arap oğlunun yavelerini (anlamsız, saçma sapan söz) Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!” Atatürk

Böylece Atatürk’ün yani CHP’nin Kur’an’ı aceleyle tercüme ettirme hedefleri İslam lehine değil aleyhineydi. Çünkü (haşa) saçma sapan bulup inanmadıkları Kur’an’ın değere alınmamasını ve absürt gördükleri iddiasını kanıtlayabilmek maksadıyla Türkçeye çevirtmişti.   

Öyle ki, İslamiyet aleyhtarı CHP milletvekili ve hukukçu bir sosyalist olan Cemil Said’e bile Kur’an’ı tercüme ettirmek arzusundaydılar.  

Her kim ne derse desin Atatürk, İslam’a iman etmiş bir Müslüman olmadığı gibi, Hıristiyan, Yahudi veya diğer dinlere de inanmayan birisiydi. Çünkü onun için vahiy olarak gökten inen her söz ve hüküm, Hz. Muhammed’in uydurduğu bir yalandı ve akıl yani nefis dışındaki hiçbir şeyi kabul etmezdi. Dolayısıyla Allah’a yani Kur’an’a inanan bir milleti yok ve tehlikeli farz ederdi.

Ayrıca kimileri Atatürk’ün deist; kimileri ateist olduğunu iddia etseler de, o bir Agnostik’ti! Yani Allah’ın varlığına ne inanıyor ne de inanmıyordu. Gerçi deist ya da ateist olmuş olsa da Agnostik olmasından hiçbir farkı yoktur.

İslam’a iman etmiş hiçbir Müslüman Atatürk’ü dini İslam’dan ötürü sindiremez; amacı her ne olursa olsun vahiy dışı ilke ve inkılâplarına boyun eğemez; saygı duyamaz; adına yemin edemez ve ölüyü perest yaparcasına dolaylı olsa da Müslümanlara dayatamaz. Onun Türkiye için yaptığı mücadelelerinin tamamı diğer batıllar gibi nefsi olup, Allah yani İslam için değildi!

Atatürk ölmüş olsa da, varisi CHP’nin varlığını sürdürüyor olması Kur’an’a karşı tehdidi devam ettirmekte; siyasete yani devlete sokulmasının yasaklılığı küfrü kökleştirip derinleştirmekte; haramları helalleştirmekte; Müslüman milleti Allah ve Resulü’nün hükümlerinden uzaklaştırıp nefsi hezeyanlara sürüklemekte; sapıklıkların ayyuka çıkmasına neden olmakta; fitne ve suçları arttırmakta; şeytanı musallat kılıp vesveseleri azdırmakta; isyanı körükleyip terörü meşrulaştırmakta; Kur’an’ın hükmettiği hak ve adalet yok saydırmakta; dolayısıyla ilke ve inkılâplarıyla CHP hükmü altındaki devlet ve millet, önce Menderes, sonra Demirel, arkasından Erbakan, bugünde Erdoğan’ın ve dinlerini satan işbirlikçi hocaların manipülasyonlarıyla taşeronluğunu yaptıkları CHP’ye Müslüman milleti mahkûm kılmışlar ve kılmaktadırlar.

Dinlisini de dinsizini de bozarak sömüren CHP, imanı, insanlığı ve vicdanı öyle tüketti ki, insanın hilkatteki eşini idolleştirerek tapar hale getirtti. Nasıl yaptı biliyor musunuz; Müslüman kimlikli muhafazakâr, demokrat ve milliyetçi taşeronlarıyla gerçekleştirdi. Çünkü varlıklarını sözde iman ettiklerini ileri sürdükleri yaratıcı Allah’ta değil de, Atatürk üzerinden CHP’de gördüler. Aksi takdirde siyaset yapamayacaklarını, meclise giremeyeceklerini, iktidar olamayacaklarını ve bürokraside yer alamayacaklarını sanarak, hem şirk koştular hem de İslam’a hizmet yaptıkları düşüncesiyle övündüler.  

Türkiye’de CHP’den başka bir parti yoktur; arda kalanların nasıl CHP’nin arttıklarına muhtaç taşeronlar oldukları bağlı oldukları Atatürk ilke ve inkılâplarıyla inşa edilen anayasa ile tartışılmazdır.  

Eğer öldükten sonra Atatürk ya da CHP veya diğerlerinin ilkelerine ve hurafelerine itaatten sorumlu tutulmayacaksam; neden uyayım? Ki, Peygambere dahi itaatim, ALLAH’ın bir emri ve vahye muhatap elçisi olma hasebiyledir.     

“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa 150-151

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. Tevbe 23

Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.” Zuhruf 44

İmanın tehlike altında…

Ama sen, umursamayarak kaygılanmıyor; mal, can, ticaret, ülke, devlet, millet, vatan, bayrak ve fani olan her şeyi üstün tutarak Allah’a meydan okurcasına çalım atmaya kalkışıyorsun.

Oysa Allah ve Resulü’ne iman etmiş bir Müslüman’ın işi veya iktidarlık savaşı nefsi için değil Allah için olmalıdır. Zaten yeryüzün ve gökyüzünün iktidarı Allah değil midir? Eğer sen, Allah’ın iman etmiş bir kulu isen; nefsi bir iktidarlığı değil iktidarın sahibi için mücadele etmeli; hükümlerini eğip bükerek şartlara göre yorumlamak suretiyle inkılâp yapmamalı; din dışı seküler-laik ve demokratik hezeyansı hiçbir düşünceyi ölçü almamalı; Hakk’a karşı batılı içselleştirmemeli; küfre hoş görünebilmek maksadıyla imana fiyat etiketi koymamalı; makamın, kariyerin, şöhretin veya ünün aklını karıştırarak şeytana kul yapmamalı; dolayısıyla Allah için var olduğunu özümseyerek dışarıdan gelen her sese kulaklarını kapamalı nefsin yani dünyan için imanını yani ahiretini satmamalısın.

Lakin Allah, imanını muhafaza edecek hidayeti vermemiş ise, ya kâfir ya da münafık olarak kalmaya mahkûmsun!

Asıl bedbaht olanlar kimdir biliyor musunuz; Allah’a iman ettiğini iddia edip O’ndan gayri ve vahiy dışı şiddet ve yasaklardan kaygılananlardır. Dolayısıyla imanının tehlike altında olduğuna kaygılanmayan kimse, imanı umursamadığından Müslüman değildir; görünüşteki İslam algısıyla insanları kandırdığı gibi Allah’ı asla aldatamayacaktır.  

“İmanım tehlikede altında” çıkışıyla oyunculuğu bırakan 18 yaşındaki Hindistanlı ünlü yıldız Zaira Wasim, Müslümanlığı sebebiyle serveti ve şöhreti öyle itti ki, devlet başkanlarına, hükümet ve meclis üyelerine, politikacılara, din ve bilim adamlarına, gazeteci ve yazarlara, sanatçı ve oyunculara, haçlı-siyonist BM kapısındaki dilencilere, maddi ve fani olanaklarıyla ahmak kesenlere kapak olsun!

Filmlerde aldığı rollerle büyük bir hayran kitlesine ulaşan Müslüman oyuncusu Zaira Wasim, oyunculuğunu Allah ve Resulü’nün hükümlerine tercih ederek şeref kazandı. 

Facebook, Twitter ve Instagram hesaplarından uzun bir yazı paylaşan Wasim, “5 yıl önce hayatımı değiştiren bir karar verdim ve bugün tekrar hayatımı yeniden değiştirecek başka bir karar alıyorum. Daha iyisi için İnşallah” dedi.

Hindistan’ın yönetimindeki Keşmir’in Srinagar’dan Bollywood‘a gelen Wasim, birçok ödül almıştı. Zaira Wasim, oyunculuğu bırakmasına ilişkin paylaşımında “Oyunculuk bana çok fazla sevgi, destek ve alkış getirdi. Fakat sessiz ve bilinçsiz bir şekilde imandan uzaklaştırarak cehalet yoluna götürdü. Beş yıl önce aldığım karar bana büyük bir popüleritenin kapılarını açtı. Halkın dikkatini çeken biri, gençler içinse rol model olmaya başladım. Fakat olmaya karar verdiğim şeyin bu olmadığını anladım. Uzun bir süre başkası olmak için mücadele ettim. Buraya sığabilsem de buraya ait değilim. İmanıma sürekli zarar veren bu çevrede çalışmaya devam etmek İslam ile ilişkimi de tehdit etmeye başladı” ifadelerini kullandı.

Ne var ki, Müslüman kimlikli münafıklar Zaira Wasim’in şerefsel açıklamalarına tepki göstererek,  bir kısmı “Wasim’in sessizce sektörden çıkabileceğini, gerici fikirlerini kendisine saklayabileceğini“; diğer bir kısmı ise; “bu kararın saygı duyulacak bir şey olmasıyla beraber Wasim’in bunu sessizce yapabileceğini ve sözde Müslüman oyunculara zarar verdiğini” söyleyebilmişlerdir.

Hiçbir iş, devlet yönetimi, makam, şöhret, oyunculuk ve sanat Allah ve Resulü’nün hükümlerine uymamada mazeret yani bahane değildir. Diğer bir ifadeyle hiçbir şart ve koşulda hüküm geri konulamaz. Ancak Kur’an’da belirli bir ruhsat var ise mümkün olsa da, ruhsatı kullanmamak da imandandır!

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” En’am 153 

“Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) uyun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf 3 

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24  

Kadına şiddet yalandır ve yoktur!

Ancak insanın insana şiddeti ve cinayeti vardır.

Diğer bir ifadeyle erkeğin kadına; kadının erkeğe; kadının kadına; kadının çocuğa; erkeğin erkeğe; erkeğin çocuğa; insanın transseksüele; insanın hayvana ya da hayvanın insana şiddet ve cinayeti mevzubahistir.

Lakin ne kadın erkek olabilir; ne erkek kadın olabilir; ne de transseksüel bir değişimle kadın yahut erkek olunabilir! Her işte olduğu gibi sadece görünüş farklılaşsa da fıtrat aynıdır. Dolayısıyla ne isen osundur; tıpkı dünya ve kâinat gibi!

Cahiliye devrini son erdiren İslam’ın gelmesiyle kadına şiddet yasaklanmış; dolayısıyla fıtratı kadın olan hiç kimse kadın olduğundan ötürü ne şiddete uğramış ne de cinayete maruz kalmıştır.

Çünkü İslam’ın hükmü gereği her kadın bir eş, ana, kardeş, abla, hala, teyze, anneanne, babaanne ve korunup kollanmasıyla yükümlü bir varlıktır. Bu sebeple fıtrati muhafazası süren kadını provoke etmek suretiyle yaratılış özüne aykırı isyana kalkıştırma gayreti öyle bir fitnedir ki,  bundan dolayı gerek kadın gerekse erkek öfkelerine yenik düşmelerinden birbirlerine karşı şiddet göstermekte; her şeyde olduğu gibi güçlü zayıfa üstün gelmektedir.

Gerek analıklarıyla gerekse eşlilikleriyle İslam’da fevkalade ayrıcalıklı bir saygınlıkta bulunan kadının erkekle eşit olabilme hırsı öyle bir acizlik, kıskançlık ve alçalmışlıktır ki, gururun nasıl bir lanet olduğunu kanıtlamaktadır.  

Yoksa önünde baş eğilen, âşık olunan, sevgi ve tazimde her türlü fedakârlıkta bulunulan kadının kadın olması hasebiyle kin ve nefret duyulup düşman kabul edilebilmesi ancak sapkınlığın bir sonucudur.

Ki, zamanın teki olarak arşa yükseltilen ve namı bediüzzaman olan Said Nursi de, Kürt Said olarak ahkâm kestiği dönemlerde Doğu’daki müritlerine “Kadın şeytandır, ondan zinhar uzak durun” derken; Batı illerinde Kürt ırkçılığından dolayı sürgün yaşadığı yıllarda bu nefretinden, Kürt nüfusunun artabilmesi için soydaşlarına bol bol çocuk yapmaları maksadıyla fikrinden vazgeçmiştir. Ancak hiçbir kadınla evlenmemiş olması, kadın düşmanlığına bir kanıttır.

Avrupa’nın en büyük yazarı ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzche, papaz olan babası ve Katolik okullarda eğitim görmesine rağmen “tanrı öldü” diyerek ateist olmuştu. Beş yaşında babasını yitirmesi akabinde annesi, anneannesi, kız kardeşi ve iki teyzesinin kendisini bakarak yaşamış bir kadın düşmanıydı. Kadın konusundaki fikri; “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline almayı unutma.”

Ünlü Hıristiyan ilahiyatçısı ve filozofu Clément’e göre; “Kadın kadın olmaktan dolayı utanmalıdır.”

Budizm’in tanrısı Buda ise: “Eğer kadınları dinime kabul etmeseydim Budizm çok uzun zaman temiz bir şekilde devam ederdi. Bugün artık Budizm’in uzun zaman yaşayacağını zannetmiyorum. Zira bu dine kadın girmiştir.”(Edyanu’l Hind 72)

Yahudilerin her sabahki dualarında şu cümleler dikkat çekicidir: “Ezelî İlahımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun”

Eski Hind Hukukuna göre kadın bir köledir. “Felaket, tayfun, ölüm, cehennem, ejderha ve ateş, hiçbir zaman kadından daha kötü değildir.“

Çin’de kadın; insan değildi, kadınlara isim verilmez, sadece numara konularak, bir iki üç diye seslenilirdi. Kız çocukları, İslam öncesi Ortaçağdaki gibi uğursuzluk sebebi sayılırdı.

Brahmanlar’da kadınlar, eşlerine kul köle olmaktaydı. Geleneğe göre bir Brahman’ın karısı erken kalkarak, yıkanmalı ve evi temizlemelidir. Ancak ondan sonra kocasını uyandırmalıdır. Kocasının yatağından belli bir mesafede, ayakta durup ellerini önünde kavuşturarak, “Selam Krişna” der. İlk çocuğun doğumundan sonra ayrı odalarda uyurlar. Kadın, kocası öldüğü zaman hayat hakkı yoktu ve o gün ölmeliydi.
Kadınlar kendi istekleriyle veya zorla, kocalarının cenaze ateşine atılarak diri diri yakılırlardı. Buna rağmen içinde bulunduğumuz yüzyılda dahi, dul yakma olayları devam edebilmektedir.

Babil’de kadın; evcil hayvanlar seviyesindeydi. Tıpkı günümüzün modern kadınları gibi vücutlarını teşhir etmek amacıyla ince gömlekler giyerek ilgi ve dikkat çekmek maksadıyla yürüyenlere fahişe denirdi. Erkek ya da kadınlar, eşlerini dostu ile birlikte idare ederlerdi. Biri bir adamın kızını öldürdüğü zaman, o da kızını diğerine teslim ederdi. Teslim alan kişi ister kendi malı gibi kullanır, isterse öldürürdü.

İslam, diğer dinler ve düşüncelerde olduğu gibi kadını hor ve hakir görmeyip, üstelik barbarlar misali zina yapan kadın, erkekten ayrı tutularak ölüm cezası verilmemekte, vazgeçip samimiyetle tövbe etmelerine mukabil bağışlanıp esirgenmektedirler.

Kadına şiddet manipülasyonu tamamen İslam’a yönelik olup, iman etmiş Müslüman kadınları batıla yani sapkınlığa çevirebilmek maksatlıdır. Dolayısıyla gerek eşcinsellik gerekse feministlik masum addedilen sapkınlıklardır.  

Kadını kadın yapan kadınlığıdır! Bu öylesine üstün bir vasıftır ki, kadınlığını unuttuğu yahut vazgeçtiği andan itibaren şiddet sarmalığına kapılmak suretiyle her şeyi aleyhinde bularak öyle bir paranoyaya uğrar ki, hizmetinde olan erkekle yarışa kalkışarak acizleşir hatta manyaklaşır! 

Dolayısıyla kadın bir şiddete yahut cinayete uğruyorsa; sebebi kendisidir; yani intiharıdır!

Her Müslüman kadın veya erkek için ALLAH ve Resulü’nün hükümleri bağlayıcıdır; nefsi hiçbir istek ve seçim bu hükümlere karşı gelmeye olurluluk vermez.

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının.” Nisa 1

Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’tan lütfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.  Nisa 32  

“Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” Nisa 124  

“Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır.” Tevbe 68 

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir. Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur. “ Tevbe 71-72 

Devletler havlar; Kader yapar!

Dolayısıyla devletleri temsilen insan ile kaderi temsilen ALLAH arasında gizli veya aşikâr öyle bir bilgi ve irade savaşı mevcuttur ki, her ne kadar yaşamda idrak edilemese de ölümle birlikte kaderin üstünlüğü kanıtlanmaktadır.  

Oysa kaderin tartışılmaz mahkûmu insan, nefsi yani şeytanı tarafından öyle kandırılır ki, bizzat tecrübe edindiği olayları muhakeme edemediğinden maddi gerekçeleri mazeret kılmasıyla ders çıkarması gereken kader gerçeği engellenir; böylece seküler-laik ve demokratik düşüncelerin nasıl yalan ve manipülasyon olduğu ortaya çıkar.

Neredeyse herkesin irili ufaklı tanrılığı oynadığı yaşam sürecinde tanrının yalnızca ALLAH ve kader çizen tek kudret olduğu aşikârken yine de inat ve ısrarda bulunulabilmesi ne akılların ne de iradelerin hür olmadığına apaçık bir delildir.

Aslında bizzat edinilen tecrübe, muhakeme edebilenler için sarih bir ayna olmasına rağmen kendini nefse adamış devlet ve milletler o gerçeği kavrayamaz ve kavranılmasına izin verilmez. Dolayısıyla ya kendilerini ya da kuvvet sahibi sandıkları beşeri Allah’tan daha çok anarcasına yaptırım güçleri olduklarına güvenerek iplerine sarılmaları; nasıl kör, sağır ve idrakten yoksun olduklarını ortaya koymaktadır.

İnsanı, insanlıktan çıkarıp gerçeği kavramada düşünce ve duygularına zincir vuran nefis, görünüşte galebe çaldığı sanılsa da özde bir kuldur ve hakkında yazılmış olanı aşarak dileği doğrultusunda kaderini yaratabilmesi mümkün değildir. 

Hem özgür iradeyi savunup hem de tanrılığı oynayanlara kulluk edilir; hem kaderin iradeleriyle çizildiğini teorileriyle iddia eden seküler-laik devletlerin oynadıkları tanrılıklarına sığınıp ardına takınılır; hem aklın üstünlüğüne inanıldığı halde başa gelen musibetlerden savılınamaz; hem başarılarla övünülmesine karşın zillet içinde yıkılmaktan sakınılamaz!

Kadere, diğer bir ifadeyle Allah’ın hükümlerine meydan okuyan seküler-laik devletler ve demokratik kitleler hak ve adaleti yağmalayan öyle sömürgecilerdir ki, hem kader mahkûmu kul olduklarını reddedip özgürlükten dem vururlar hem de boyundurukları altına aldıklarını sandıkları toplumları kendilerine kul yapmaya çalışırlar.  

Hâlbuki her insan, millet veya devlet, hakkında yazılmış olan kaderini yaşadığından iradesel temelde birbirlerine karşı ne güçlü ne de zayıftırlar. Sadece Allah tarafından biçilen görevleri yapmakta, kiminin kimine karşı üstünlüğü akıl ve iradelerinden değil, Allah öyle dilediği içindir. Bu sebeple insan olmalarından peygamberlerin dahi kendi başlarına yaptırım güçleri bulunmamaktadır.

Sözde yaratıcı akla ve iradeye odaklattırılan bilimsel kuramların, keşiflerin, zaferlerin, başarıların ve iktidarların ardında yatan öyküler ya özellikle göz ardı edilir ya da geçmişe vurgu yapılarak tarihle övünülerek zayıflık ve acizlikler gizlenir. Dünyada gelişmelere neden olan buluşların ani beyin fırtınaları sonucu doğduğu ya da kahramanlıkların cesaret ve yücelmenin bilgelikle edindiği iddia edilir. Lâkin her şey, Mutlak İrade’nin “o kitap”ta ki düzeneğine göre gerçekleşmekte; üstünken yahut dehayken hiçliğe, hiçken iktidara dönüşen sürecin altında yatan gerçek kavranamamaktadır.

Dolayısıyla insan, derinliklere götüren yolların kokusunu alamamasından, gönül gözünün işitici ve bilici gücünü çalıştıramamasından ve zihnini yalanla meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran her şeyi göz ardı etmesinden ne kadar kanıta şahit de olsa,  yine de idrak edememesi kaderindendir. Demek ki akıl, teoride öngörüldüğü gibi muhakeme yetisi sağlamamakta; hakikati bulamamakta; inisiyatifi ele alamamakta ve iddia ettiği gibi kadere hükmedememektedir!

İster dinli, ister dinsiz olan kaynağını vahiy ve sünnetten almayan devletlerin tamamı hayvanların ulumalarından farksız bir yaptırım gücüne sahiptirler. Ancak herhangi bir beşerin geçici ve emanetsi gücünden etkilenerek fayda yahut zarar verebileceği düşüncesi, kaderi uhdesinde bulunduran yaratıcı Allah’a bir şirk yani ortak koşmadır! Dolayısıyla fayda beklenilen güçlerin verilen sureleri dolduğunda nasıl zarara uğradıkları yargılanabildiğinde kaderin karşısında hiçbir gücün duramadığı ve duramayacağı ortaya çıkmaktadır.

ALLAH’ın yazdığı kaderden başkası ne insanlara ne hayvanlara ne de devletlere asla erişmez. Dolayısıyla seküler-laik ve demokratik bazlı tüm düşünceler öyle bir nefistir ki, şeytanlığın ta kendisidir. Çünkü vahiy ve sünnet karşıtı her şey şeytanidir!

Karşındaki kim olursa olsun senin gibi bir kul olduğunu unutma ki, kulu olmayasın!

“De ki: Allah’ın bizim (insanlar) için yazdığından başkası bize erişemez. O, bizim mevlamızdır! Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.” Enam 165

“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” Zuhruf 32

Ey Ölümlü!

Sen ne özgürsün; ne bağımsızsın; ne hürsün; ne başına buyruksun; ne başıboşsun; ne serbestsin; ne sahipsin; ne ipsiz ve sapsızsın; ne müstakilsin; ne muktedirsin; ne bilensin; ne azametlisin; ne yücesin; ne ululuk sahibisin; ne galipsin; ne ölümsüzsün; ne her şeyi görensin; ne hidayet vericisin; ne kudretlisin; ne övgüye layıksın; ne hatadan münezzehsin; ne fayda veya zarar verebilicisin; ne adilsin; ne güçlüler üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilensin; ne gözeten ve koruyansın; ne her şeyi işitensin; ne kalplerde saklı olanı bilensin; ne sıkıntıları giderebilirsin; ne her an olanı bilebilirsin; ne her şeyi idare edebilirsin; ne de kader yazabilirsin…

Öyleyse bir kul olduğuna göre; kendini ne sanıyorsun ki, yaratıcın ALLAH’a karşı kibrinden yanına yaklaşılmıyor; O’nun hükümlerini değil şeytanın batıl hükümlerini beğenerek nefsine ölçü yapmak suretiyle itaat edebiliyorsun?

Kazanmakla övünüp, kaybetmekle üzülerek ya da doğmakla sevinip, ölmekle kederlenerek yahut dünyayı kabullenip, ahireti inkârla kime tafra atıyorsun?

Ölümlünün nasıl bir sefil olduğu üretip yaptığı kendi gibi fani robotlar ve yapay zekâlarla ortadadır. Kendinden üstün ve başarılı gördüğü o robotlar ve yapay zekâlar, kendi zekâsının ortaya çıkardığı eserler olduğuna göre; bir ölümlünün yaptığı diğer faniliklere karşı nasıl bir gururu olabilir; nasıl yerine işçi getirtebilir? Dolayısıyla daima ölümsüz olan ve kendini yaratan Allah’ı değil de kendinin yaptığı eserleri yüceltebilen insanın nasıl kibirli, aciz ve sefil olduğu kanıtlanmaktadır

Yeryüzünde meydana gelen irili ufaklı hiçbir olayda ölümlü bir insanın figüranlıktan öte hiçbir dâhili yoktur. Çünkü kader mahkûmu hiçbir ölümlü, ne iyi ya da kötü, ne güzel veya çirkin, ne de hayır yahut şerri dileği doğrultusunda mukim kılamaz. Dolayısıyla barışmış, zenginlikmiş, kazançmış, sağlıkmış, huzurmuş, refahmış, kalkınmaymış, güvenmiş ya da savaşmış, yoksullukmuş, felaketmiş, kayıpmış, hastalıkmış, zulümmüş veya her türlü belaymış, doğrudan ALLAH’tandır! Diğer bir ifadeyle ALLAH’ın dilemesiyle gerçekleşmektedir.

Öyleyse güvenilen politikacılar, din adamları, bilim insanları, ekonomistler, sosyologlar, kâhinler, falcılar kimdirler ki, umut bağlanabilinmektedir?

Lakin insanları aydınlatması gereken siyasetçiler ve Kur’an Müslümanlarının olmadığı dünyada politikacıların ve hocaların kuşattığı toplumlar, hilkatteki eşleri olan onların kulları olurcasına medet duyabilmektedirler.

Mesele insanın ne söylediği ve ne yapacağı değil, mutlak hâkimiyet sahibi ALLAH’ın vaadi ve ne yapacağıdır. Öyle ki, Peygamberim Hz. Muhammed’e sevgim, saygım ve itaatim, ALLAH’ın elçisi olması ve itaat etmekle emrolunduğum içindir! Yoksa itaat etmekle yükümlü olmasaydım; itaatim mevzubahis olmazdı.

Öyleyse ALLAH elçisinin bile fayda veya zarar verme gücü ve inisiyatifi yok ise; inanılan politikacılar, hocalar ve bilgeler kimlerdir ki, güvenilebilecek sözleri olabilsinler? Ancak O azdırmışsa, elden gelebilecek hiçbir şey yoktur; ne verilen öğütlerin ne kanıtların ne de mucizelerin hiçbir faydası olmaz!

De ki: Doğrusu ben (de sizin gibi insanım). (Dolayısıyla) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. Cin 21

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah’tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah’tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Nisa 78

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de! “ Hac 73 

“Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. (Çünkü)  O sizin Rabbinizdir. Ve (nihayet)  O’na döndürüleceksiniz.» Hud 34

Kararı halk değil ALLAH verdi!

Ancak Allah’ın varlığına inanılıp her şeyin, hatta ağaçtaki yaprağın yere düşmesinin bile dileği doğrultusunda gerçekleştiğine güvenilmemesinden demokrasi gereği insan yani millet tahta oturtulmuştur.

Oysa halka değil Allah’a rağmen siyasetin yapılabilmesi mümkün değildir. Ne var ki, seküler-laik ve demokratik düşünce düzeyinde Allah hükümlerinin siyasetten dışlanmış olması başarı ve zafer sayılmış ama verilen mühlet hiç hesap edilmemiştir.  

Gönüllerdekini evirip çeviren ve ”el-Cebbar” sıfatıyla dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan Allah ise, başkaca bir alternatifin ve iradenin mukim kılınabilmesi imkânsızdır.

Doğruluk ve adalet ancak İslam ile orantılıdır! Lakin İslam’ın reddedildiği bir devlet ve siyaset düzeyinde ne doğruluk ne de adalet vaki olabilir! Ki, İslami bir referansa sahip Recep Tayyip Erdoğan,  kurduğu AKP ile ilgili ne demişti; “Biz İslami bir parti değiliz; muhafazakâr ve demokrat bir partiyiz.” İşte bu sebeple diğer partiler gibi ne doğru ne de adil olamadıklarından bir yalancının tuşuna gelebilmişlerdir!

Zulmeden nice ülkelere mühlet veren Allah, İstanbul belediye başkanlığı olmak üzere Türkiye iktidarlığı dâhil 24 yıldan fazla AKP’ye fırsat vermiş, tıpkı Selçuklu veya Osmanlı saltanatları gibi yıkılışını hazırlayacak musibetler hazırlamıştır. Lakin İslami bir parti olmayı reddettiklerinden nasihat alacaklarını hiç düşünmüyorum.

Şüphesiz her şerde bir hayır vardır ama o şerri hayra tahvil edebilecek bir iman, diğer bir ifadeyle teslimiyet ve güven mevzubahistir.

İnsanları aldatan nedir bilir misiniz; dünya hayatı ve şeytanın Allah’ın affına güvendirerek inananları kandırmasıdır. Oysa şeytanın ve adımlarını takip eden dostlarının insanlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur. Ancak ahirete inanıp iman edeni ve şüphe içinde kalanları ayırt edilebilmek için şeytana fırsat verilmiştir.

Dünya hayatı ile inanç sahiplerini kandıran AKP’nin, ne CHP ne HDP ne de diğerlerinden pek farkı yoktur. Sadece yemeğe konulan tuz veya baharat misali dini çeşnileri mevcuttur. Çünkü hepsi seküler-laik ve demokrasi düşüncesini birbirlerine bırakmayan yarışçı sömürücüdürler!

Eğer Allah nezdinde hiçbir kıymeti olmayan dünyalık hizmetler, yatırımlar, eserler, nefsi hoşnut kılan keyfiyetler, beşeri güçlerden umulan medetler, gövdesel gösteriler, insan odaklı politikalar, Kur’an’ı dışlayıcı birlik ve müttefiklikler, eylemsiz meydan okumalar, manipülasyonlar, şeytan ve dostlarını mukim kılan düşünceler, düşmanı dost yapan beraberlikler, cihad ehline karşı hasımlıklar, Allah yerine insana yani millete sunulan hâkimiyetler, Allah ve Resulü’nün hükümleri yerine batıla duyulan güvenceler, egemenliğin millete olduğuna dair ilkeler, küfrü meşrulaştıran hileler, adaletin yok sayılırcasına kişiselleştirilmesi ve daha birçok şey AKP’ye verilen süreyi hezimetle dolduracaktır.  

Yoksa yalancılığı tartışmasız olan CHP-İP-HDP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’nun %54 oyla seçimi kazanamazdı.

Düşünebiliyor musunuz; para için yapmayacağı bir şeyi olmayan takva görünümlü cübbeli ve sakallı sahtekâr bir hocayı çıkartıp önce Atatürk’ü övdürerek oy toplayabilme stratejisine giriyorlar; sonra aynı hocayla AKP’ye oy vermeyenleri kâfir olmakla itham ettiriliyorlar. 

Ulan AKP İslam mı ki, desteklemeyen kâfir olabilsin!

Ya azılı terörist ve müşrik apo denen pkk’lıdan medet ummalarına ne demeli! Apo denen alçağa HDP’ye mektup yazdırarak pkk’lıların kendileri gibi potansiyel bir teröriste oy vermelerini engelleyebilmek için öyle manipülasyon yaparak taklanın bin bir türlüsünü atıyorlar ki, sanki savaştıkları pkk, düşmanları değil dostlarıymış gibi. Hâlbuki Allah’a dayanıp güvenseydiler, böylesi bir zillete uğramazlardı.

Diğer taraftan İstanbul’a layık mıdırlar ki, 25 yıldır iktidarda olmalarına rağmen Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin vasiyetini haçlı-siyonist korkusundan yerine getirememişlerdir. Allah’ta Fatih’in askeriyiz diyen şerefsizler yerine Atatürk’ün askeriyiz diyen İslam düşmanlarını İstanbul’un başına bela kılarak, gelecek iman ehlinin önünü açmıştır.

Artık milletin ziyanı tamam olduğundan verilen mühlet dolmuş ve çok yıkıcı bir azapla ya yepyeni bir devlet doğacak ya da topyekûn helak olunacaktır.

Nice ülkeler var ki, zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. Sonunda onları yakaladım. Dönüş yalnız banadır. Hac 48 

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide 105  

“Hâlbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır. Sebe’ 21 

Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmazsın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın. Lokman 33 

Ey insanlar! Allah’ın vadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı da Allah hakkında sizi kandırmasın! Fâtır 5 

Ekrem İmamoğlu’na oy vermek zalimliktir!

Zalimliğine inanmıyorsan haramdır; harama inanmıyorsan zillettir; zillete inanmıyorsan mundarlıktır; mundarlığa inanmıyorsan hainliktir; hainliğine inanmıyorsan haçlı-siyonist güçleri egemen kılmaktır; ihanete inanmıyorsan elindekini yitirmektir; kaybedeceğine inanmıyorsan esarettir; esaretliğe inanmıyorsan işgaldir; işgale inanmıyorsan savaştır; savaşa inanmıyorsan şerefsizce bir yıkım ve ölümdür!

Lakin şeytanın verdiği vesveselere kanabilen yığınlara yapılabilecek her uyarı ve aleni olan delillerin hiçbir fayda sağlamayacağı gerçeğiyle yazılmış olan kader üstün geleceğinden müdahalesel bir doğruya ulaştırabilmek mümkün değildir. Çünkü kapıldığı vesveselerin nefsi olması inat ve ısrarı mukim kılmakta; dolayısıyla kendilerini haklı ve doğru görmelerinden kaybı kazanç, haramı helal; kötüyü güzel; yalanı ümit, yenilgiyi zafer; faniliği ebedilik zannetmektedirler.

Neden biliyor musunuz?

Önlerinden ve arkalarından çekilmiş set ile öyle kapalı haldedirler ki, ne milleşmiş gözleriyle görebilir; ne mühürlenmiş kulaklarıyla duyabilir; ne de şeytanın nüfuz ettiği kalpleriyle kavrayabilirler.

Bu sebeple aklı karışık; önyargılı ve öç alma duygusu bulunduğu halde vatan sevdası olan; din ve namus telakkisi taşıyan; Türkiye’ye karşı ihanet içinde olmayan; yalancılık ve sahtekârlıkla özdeşleşmeyen pkk, fetö ve haçlı-siyonist işgalini istemeyen; sabır ve şükürde sebatkâr olan, Allah’tan başkasını umut görmeyen, nankörlüğü reddeden; şeytana itibar etmeyen; benlik gütmeyen; büyüklük taslamayan; yalancıya kul olmayan, Ekrem İmamoğlu’na asla oy vermemelidir; veremez!

Ancak boş kuruntular içinde bocalayan din ve namus karşıtı sapıklar ve Ekrem İmamoğlu adına yaşadıkları Türkiye’yi satanlar istisna!

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar. “ Furkan 44 

Ey yalancı!

Sana isminle bile hitap edemiyorum; çünkü öyle yalancısın ki, yalancının yalan söylerken bile bir mazereti, utangaçlığı, yüzünün kızarması, gizliliğe önemi, pişman olucu bir özrü, şerefi, izzeti, dini, namusu, doğruluğu, bahtı, güvenirliliği ve suçluluk hissi vardır ama sende hiçbiri yok!

Dörtnala o kadar çok yalan söylüyorsun ki,  her birini inkâr edebilir, politik gerekçelerle geçiştirebilir, kumpas kurulduğunu iddia edebilir, yazmadığın ve söylemediğin hezeyanlarında bulunarak ret edebilir, hatta başkalarını suçlayarak üstüne atabilir yahut yerine mahkûm edebilirsin ama Ordu Valisine yaptığın “Vali itlik yapmıştır; gidin söyleyin vali itlik yapmıştır” meydan okuyucu hakaretlerinle ilgili söz ve görüntülerin, dudak hareketlerin, mimiklerin, yüz ifadelerin, isyanın apaçık ortadayken inkâr ederek, sadece “basitlik yapmıştır” dediğine dair ifadelerin yalancılığın dibe vuruşu ve yalancılık tarihinin kapkara bir vesikasıdır.

Oysa her insan hata yapabilir; kötü söz söyleyebilir, küfredebilir, hakarette bulunabilir; dolayısıyla yaratılmış bir insan olmasından ötürü fevkalade fıtrati olan tavrın pişmanlık ve özürle örtbas edebilmesi insanı hayvandan farklı kılan bir özelliktir.

Gerçi her şeye özür dileme hakkı vardır ama yalana olmasa bile; İstanbul belediye başkan adayı olarak oy talep ettiği insanlara karşı olan vebalini hiçe sayan bir jakobenlik ve yalancılıkla İstanbullular öyle kuşatılmış bir haldedir ki, hiçbir bahane kendisini aklamaya yetmeyecek bir aşikârlıktadır.  

Aslında yalancığın özü, her şeyi bilen ve gören Allah’a kafa tutmaktır; dolayısıyla yalancıların pek çoğu insanlardan korktukları için yalan söylerler ama ‘o yalancı’ insanları bile umursamadığına göre kendisini tanrı sanmakta; böylece tanrılığını kabul eden yığınlar da kulu olurcasına hoyratça destekleyebilmektedirler.  

AKP, MHP veya diğer bir adaya karşı önyargılı, hatta düşman olabilirsin; ya da israf dahil kayırmacılık, yolsuzluk, fesatlık, haksız ve adaletsizlik yapan berbat yönetici olabilirler; lakin şerefsiz bir yalancıya arka çıkmaktan çok daha büyük bir bela ve kötü ne olabilir ki, yalanın efendisi şeytan, nefse hizmet etmekten dolayı meşru görülebilsin!

Her aptal yalan söyleyebilir ama iş kitleleri inandırabilecek yalancıların yalan söylemesidir. Tıpkı CHP-HDP-İP adayının yalancılığın bayraktarı olması gibi! Ki, yalan nefsin öyle bir alçak halidir ki, kendi kendine inançsızlığı ortaya koymak suretiyle güveni, emniyeti, huzuru ve itimadı tamamen yok eder ancak yığınlar nezdinde istisnadır.

Bilinmelidir ki, yalana borçlu olunan saadet, gerçek bir saadet değildir. Öyle olsaydı Allah’a değil şeytana tapınılırdı.  

Ne var ki, şeytanın ete kemiğe bürünmesiyle Ekrem İmamoğlu olan kör yalancı, gururu uğruna milletin gözünün içine baka baka Ordu Valisine yaptığı hakareti pişkince inkâr etmesi, sözlerini yani vaatlerini tutmayacak bir yalancı olduğunu kanıtlamaktadır.  

Yalana gösterilen ilgi ve itibardan dolayı İstanbullular öyle ziyan içindedir ki, AKP düşmanlığı yalancı Ekrem İmamoğlu denen cambazı bile umut kapısı yapabilmiştir. Bu zilletsi öyle bir ziyandır ki, yalancı bir belediye başkanı seçmeye sevdalı yığınların İstanbul hatta Türkiye’ye vereceği zarar beterin en beteri olacaktır.

En çirkin yalan nedir bilir misiniz; çocuğa ve halka söylenen yalandır. Çünkü her ikisi de kolay kanar. Yoksa Ekrem İmamoğlu böylesi bir kalabalığı peşine takabilir miydi?

Sakın ha, kimse beni AKP, MHP veya diğer bir partiyi desteklediğimi sanmasın. Tamamı Allah’ın tahtına kurulmaya çalışan yalancılar olmalarından herhangi birine oy kullanabilmem haramdır.

Allah’ın hakim olduğu alemde ruhsat olarak verilmiş olan ehveni şer taraftarlığı her ne kadar bir nasip ise de, Allah’ın mutlak kudretine bir halel getirir düşüncesiyle asla kullanmam; çünkü kötünün iyisi olamaz!

Tıpkı az yalanın olmayacağı ve yalan söyleyenin her yalanı söyleyecek olması gibi!

Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! Casiye 7

Kahrolsun o koyu yalancılar Zariyat! 10

“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” Vakı’a 51

“O gün vay haline yalancıların!” Mutaffifîn 10

 

Çok yalan söylüyor…

Çok iftira atıyor; değer mi?

Yalanlarını ‘aldığım duyumlarla’ başlayarak fütursuzca dile getiren CHP-HDP-İP belediye başkan adayı Ekrem İmamoğlu, ölümlü bir fani değil kendini ölümsüz zanneden Firavunlar misali aldatıcılıkta sınır tanımadığı halde; yalanlarından etkilenen önyargılı yığınlarda muhakemesizce ardına düşebilmektedirler.

Oysa insanı hayvanlardan ayıran muhakeme yetisi olan akıldır. Lakin insan görünümündeki akılsızlar, akıllarının olmadığını Ekrem İmamoğlu etrafında çöreklenmeleriyle kanıtlamaktadırlar.

Rakip adaylara karşı olmak farklı; yalan ve iftiralarla üste çıkabilme arayışı farklıdır! 

Ekrem İmamoğlu’da yaratılmış bir insan değil mi; bir saniye sonrası meçhul olan ölümlü bir insan değil mi; hakkında yazılmış kaderinin dışına çıkamayacak bir insan değil mi; yaratıcı ile kıyaslanabilmesi mümkün olmayan bir yaratık değil mi; Allah’ın yazdığını değiştirebilecek bir güce sahip olmayan insan değil mi; Allah’ın verdiği bir şeyi verebilecek kudrete sahip olmayan bir insan değil mi; güldüren veya ağlatabilen gücü olmayan bir insan değil midir?  

Ekrem İmamoğlu’nun rakip adayından farkı ancak vaatlerini karşılayamadığı takdirde sahip olduğu serveti teminat olarak ortaya koymasıyla mümkündür.

Ayrıca ölümsüzlük verebileceğini vaat edebiliyor mu;  yaşam garantisi verebileceğini vaat edebiliyor mu; hastalıkları ortadan kaldırabileceğini vaat edebiliyor mu; insanları sağlıklı kılacağını vaat edebiliyor mu; haksızlık ve adaletsizliklere son verebileceğini vaat edebiliyor mu; tek bir seçmenine hiçbir halel gelmeyeceğini vaat edebiliyor mu; musibetlere engel olabileceğini vaat edebiliyor mu?

Öyleyse ölümlü bir insan olunduğu ve bir saniye sonrası ölü mü yoksa diri mi; sağlık mı yoksa hastalıklı mı kalınacağı bilinmediği halde Ekrem İmamoğlu kimdir ki, vaatlerine kanıp güvenilebilinmektedir?

Haydi diyelim, Ekrem İmamoğlu’nu güzel, insan sevdalısı bir hümanist, millet ve memleket hayırlısı ve ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ düşüncesiyle manipülasyonlarına karşın haklı görüp destekliyorsun.

Politikacının besini halkın ekonomisi üzerine yaptığı sömürgeciliktir. Dolayısıyla zenginlik ve fakirlik edebiyatı imansızların akıllarını öyle karıştırır ki, adeta yağmurdan kaçarken doluya yakalatır.  

Ekrem İmamoğlu’nun muazzam servetiyle nasıl zengin biri olduğu malumdur. Ancak o servetini çok sevdiği ve dünyası olarak tuttuğu fakir halka dağıtmamışsa, başkan seçilmesiyle birlikte yoksulları gözeteceğine nasıl inanılabilir?

 “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Tekvir 29

 “Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen (onun ilminde) eşittir. Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” Ra’d 10- 11

Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur. Necm 49

İslam’ı reddeden Müslümanlık…

İslami olmayan Müslümanlık olamaz ama itikadını İslami kurallar yerine seküler-laik ve demokratik ilkelere adamış öyle bir Müslümanlık türetilmiş ki, İslam terörle özdeşleştirilip, nefsi istekler ve seçimlere iman edinilircesine uyulmuştur.

Küresel birlik ve düzen adına Allah ve Resulü’nün hükümleri siyasetten ve devlet yönetiminden koparılmış;  manipülasyonlarla hak ile batıllık harmanlanmak suretiyle aldatıcılıkta sınır tanınmamıştır.

Nasıl ki ruhsuz bir beden olmayacağı gibi, ahiretin yok sayıldığı dünyadan ibaret ne küresel bir düzen ne de kâinat vardır! Hâlbuki Allah, ahiretin dünyadan çok daha önemli olduğunu ve ahiret için yaşanması gerekliliğini defalarca vurgulamış ve ölümde kaçınılmaz olduğuna göre; ahiretin hesap edilmediği bir siyaset ve devlet inandırıcılığına güven mümkün değildir. Ancak olabileceği yanılgısı içine düşen laik ve demokrat Müslümanlar, fani dünyanın menfaatleri uğruna hilkatteki eşlerine meze olmayı düşünce ve davranışlarıyla kanıtlamakta; dolayıyla Allah’ın affına güvendiren şeytanın tuzağına düşmektedirler.

İslam, Allah demektir; Allah iradesi demektir; Allah’ın ilkeleri demektir; Allah’a ortak koşmamak demektir; Allah’ın hükümleri demektir; vahiy demektir; şeriat demektir; adalet demektir; huzur ve güven demektir; merhamet demektir; galibiyet demektir; Kur’an demektir; başkaca bir düşünce ve tercihi tanımamak demektir; batıla boyun eğmemek demektir; nefsiyat gütmemek demektir; kendi düşünce ve isteklere göre seçim yapmamak demektir; Allah’tan gayrisine meyletmemek demektir; çıkarın Allah’ın yanında olduğuna inanmak demektir; gücü, şerefi, izzeti ve insanlığı Allah’ta bulmak demektir; Kur’an’ı siyasetten ve devletten ayırmamak demektir; sabır ve şükür demektir; ahiret demektir; kardeşlik demektir; kurtuluş demektir; dünya değil ahiret yurduna bağlılık demektir; Allah için savaşmak ve şehit olmak demektir; Allah’a olan kulluğu egemen kılmak demektir.

Oysa İslamsız bir Müslümanlık olamayacağına göre; İslam yani şeriat, diğer bir ifadeyle Allah ve Resulü’nün kayıtsız-şartsız hükümlerini dışlayabilmek ne demektir; İslamsız bir Müslümanlığa “iman” edilebilir mi?

Beşeri arzulara teslim olunmuş bir Müslümanlık inancının benimsenmesiyle Hıristiyanlık ve Yahudilikten farksız İslam yani şeriat hasmı bir Müslümanlık doğrulmuştur. Bu sebeple kendini İslam’a adayan Müslümanlar terörist yaftasıyla düşman görülmekte; İslami düzen horlanarak ve çağdışı bulunarak, nefsin yani İslam dışı tüm sistemlerin yegâne tehlikesi kabul edilmektedir.

Batılın yalakalığını yapan sözde Müslüman politikacılar, işbirliği içinde oldukları düzenci din alimleriyle Müslümanları öyle eğip büküyorlar ki, anlaşılmaz diyerek Kur’an’i hükümlerin öğrenilmesini yasaklamakta; küfrün nefretini çekecek ayetleri gizlemekte; hadis adı altında ayetlere muvafık olmayan hurafeleri baz alarak, kendilerini ve referans aldıkları kimseleri odak noktası yapmak suretiyle küfrü meşrulaştırabilmektedirler. Dolayısıyla İslam’ın sahibi Allah’ı anlaşılmaz kılarak dışlayabilmekte ve bilen olarak kendilerini öne çıkarmalarından apaçık olan Kur’an, farklı ahkamlarla doğranmakta; böylece Allah ve Resulü’nün hükümlerini ihtiva eden düzen kurulamamaktadır.

Çıkarda müttefik olup adalette düşman olan ittifaklar nasıl birbirlerine karşı tehdit iseler; seküler, laik ve demokrasi güdümlü sözde Müslümanlar da İslam aleyhine öyle tehlikelidirler.

Peki, neden biliyor musunuz; şeriatın nefse fevkalade ağır gelmesi, benliği alçaltacak olması, milletsel değil ümmetsel bir vatanın var olacak olması, kötüye karşı savaşılacak olması ve adalete mahkûm olunacak olmasındandır!

Kur’an’da tartışılmaz bir ayırım ve kutuplaşmak varken; laik ve demokratik düşünce düzeyinde tam tersi savunulmaktadır. Müslüman-kâfir; münafık-fasık; ateist-müşrik; kadın-erkek eşitliği; dinler arası birlik; hümanistlik; cinsiyet eşitliği; eşcinsel özgürlüğü gibi tamamen yaratılış fıtratına aykırı irrasyonel düşünceler içselleştirilebilmektedir.

Oysa Allah, insanları özgür ve eşit yaratmamış ama İslam dışı düşünceler, Allah’a iman etmemişlercesine öyle bir hümanistlik zehrine kapılmışlardır ki, Allah’ı dahi yaratılmışlardan ötürü inanıp sevmelerinden çıkarları için yapmayacakları yoktur.

Laik ve demokratik düzeydeki çağdaşlık, uygarlık, ilerlemişlik, kalkınmışlık, aydınlık, özgürlük, eşitlik,  bilim, eğitim, kariyer, iktidarlık, zenginlik, başarı ve zafer nedir ki, ölümsüzlük ve ecel garantiliğinin verilemediği; hiçbir hastalığın yaşanmayıp kalıcı bir sağlık sunulamadığı; musibetlerin olmayacağı bir ömür biçilemediği;  korku, tehdit, tehlike, sıkıntı, her türlü elem ve kederi ortadan kaldıracak bir güven vaat edilemediği;  dualitesiz bir kader çizilemediği halde ölümlü olduğu gerçeği yok sayılırcasına beklenti ve umut içinde seküler-laik ve demokratik düşünceye nasıl itibar edilebilmektedir?

İslamsız Müslümanlığın kanıtı eylemsizlik, güdülen siyaset, bağlı olunan ilkeler, yapılan tercihler, Allah ve Resulü’nün hükümlerine itaatsizlik, Allah’ın yani Kur’an’ın değil nefsin yani beşeri çıkarların yaptırım ve caydırıcılığına güvenmek, hak ve adaletle şahitlik etmeyip kayırıcılık yapmak, iman edilen Allah’tan değil sözde iman edilmeyen beşeri güçlerden korkmak, menfaati Allah’ta değil beşerde aramaktır.    

Allah’a dolayısıyla İslam’a iman ancak Allah ve Resulü’nün hükümlerine kayıtsız-şartsız itaatle orantılıdır. Bu sebeple vahiy ve sünnetin dışlandığı bir siyaset, devlet ve düşünce asla sindirilemez, benimsenemez ve her ne şartta olursa olsun inanılıp güvenilemez.

Her neye inanılırsa inanılsın ölüm var ise, gerçek tektir!

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit «Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!» derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler). Bakara 13

“«Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik» diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir. Nur 47 

Her şey çok güzel olacak…

Vaadi, şeytanın öyle bir manipülasyonudur ki, insanı tuzağa çeken bir nefasettir!

Her hangi bir şeyin güzel yahut çirkin, iyi ya da kötü yapılmasıyla ilgili irade, yaratılmış beşer de değil doğrudan yaratıcı Allah’ın inisiyatifindedir. Bu sebeple Allah, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış; nefse galebe çaldıran yaldızlı sözlere kanılarak aldanılmaması konusunda fevkalade uyarılarda bulunmuştur. 

Yaratıcı Allah’a ortak koşucu irade gaspı gerek dini gerekse siyasi güruh tarafından ayyuka çıkarılmış; inanıp güvenen yığınların ilgi ve alakalarından Mutlak İrade yok sayılırcasına yaratıcının tahtına oturma cüretinde bulunabilinmiştir.

Her ne kadar Allah’ın dilemesiyle yığınların iknası mümkün kılınmış olsa da, gelecek yani bir dakika sonrasına dair kaderin anahtarı uhdelerinde olmadığından sözlerinin bir inandırıcılığı ve güvenirliliği olmaz; olamaz ve olabilmesi imkânsızdır.

İnsanı yığın yapan nedir bilir misiniz; gerçek ile yalanı ayırt edici muhakeme yetisizliğidir. Dolayısıyla dinledikleri, gördükleri ve fıtratları, gerçeğin eleğinden geçirilmemesinden yalan, yanlış ve hile ne varsa sahiplenebilinmekte; kitleler izlenerek ya da aralarında bulunarak güçlü olunabileceği sanılmaktadır. Böylece kendilerine musallat olan cini ve insani şeytanlardan sıyrılamayan yığınlar, önlerinde ve arkalarında olan her şeyi süslü ve iradesel görmelerinden yalana tav olmaktadırlar.  

Seküler-laik ve demokratik düşünce düzeyinde takla atanların nasıl sadece kendi çıkarları ve menfaatleri için çırpındıkları tartışılmaz bir aleniliktedir.  Oysa onlara karşı dudak bükülerek aşırı ilgilerine kanılmamış olsa, yaratık insana değil yaratıcı Allah’a kulluk kaçınılmaz olurdu. 

Vaatlerinin aksine karşılaştıkları olumsuzluklarla ilgili ‘takdir Allah’ındır diyerek çalıma kalkışmaları, acizliklerinin tartışılmaz bir sonucudur.  Zaten ne sözleri ne de davranışları Allah’ı Mutlak bir İrade sahibi görmemelerinden sığınmaları çarksı bir manipülasyondur.  Çünkü temel esasları vahiy dışı laik ve demokratik kurallardır. Diğer bir ifadeyle insan iradesini yani kararını üstün görmekte; yönetici olarak içselleştirmekte; dolayısıyla Allah ve Resulü’nün hükümlerine aykırı düşünce ve düzenleri peşinen kabullenmiş olmalarından ikiyüzlülerdir.

Takdir Allah’ın da; tedbir Allah’ın iradesinde değil midir? Tedbirin takdir üzerindeki etkisi Allah ve Resulü’nün hükümlerine itaatle orantılıdır. Öyleyse Allah’ın mutlak yöneticiliğini, hâkimiyetini; diğer bir ifadeyle Allah ve Resulü’nün hükümlerini siyasetten ve devletten dışlayan laik ve demokratik bir düzene itibar edilebilir, destek çıkılabilir ve güven duyulabilir mi?

Bir şeyi çirkin kılan nasıl Allah ise, güzel kılabilecek olanda yalnızca Allah’tır!  Diriltip öldürmesi gibi herhangi bir işin olmasını dilediği zaman olduran O’dur ve O’nun dışındaki hiçbir iradenin ne gücü ne bilgisi ne yetkisinin olabileceği bir ulûhiyeti mümkün değildir.

Buna rağmen ‘her şey çok güzel olacak’ ve ‘daha güzel olacak’ abartılardan etkilenen yığınlar, kendilerine süslü gösterilen çekiciliklerin nasıl nefsanî bir fanilik olduğunu ecelleri gelmeden dahi diriyken yaşayabilmektedirler.

Batıl olan her şeyin yıkılmaya mahkûm olduğu kâinatta, nefsi arzu veya isteklerle güzellik, mutluluk, huzur ve güvene ulaşılabilmesi mümkün değildir. Onun için güzellik vaadinde bulunmak suretiyle umut avcılığı yaparak dolandırıcılıkta sınır tanımayan karanlık elçilerinin aydınlık naraları, karanlık gecede ateş yakmaktan farksızdır. Çünkü o ateş yanıp da etrafı aydınlattığı anda Allah, onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır.

Geçmişte, günümüzdekilerden çok daha bilgili, güçlü, kuvvetli nice milletler, şehirler, ülkeler, ordular ve devletler vardı. Hele bir İrem Şehri vardı ki, günümüzde bile onun bir benzeri bulunmamaktadır. Sadece Kur’an’da bahsi geçen İrem Şehri, asırlar sonra 1980 yıllarında üzeri 12 metreye varan kumlarla örtülü bir halde NASA tarafından ortaya çıkarılmıştı.

Yaklaşık 3000 yıllık bir ihtişama sahip olan İrem Şehri öyle zengin ve yenilmezdi ki, Ad Kavmi’de tıpkı günümüzdekiler gibi “Biz herkesten üstünüz. Onlardan farklı olmalıyız. Bizi kimse yıkamaz. Bizden daha zayıflar. Yeryüzünde eşi-enderi olmayan bir şehir imar ettik. Halkımızı zengin ve güçlü kıldık.” diye kibirlenip böbürlenmekteydiler. Bu sebeple onların sonu ne olduysa, günümüzdekilerin de sonları öyle olacak ise, vaatlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Allah dilese bir ağaç odunu ile İstanbul’u yönetmeye kadirdir! Öyleyse Binali Yıldırım ve Ekrem İmamoğlu ya da AKP ve CHP kimdirler ki, Allah’ın iradesi ve hükümlerini dışlayan laik ve demokratik bir düzenle başarılı olabilsinler?   

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.” En!am 112

“Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.” Nahl 63

“Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç böyle yapamayan gibi olur mu?). Onlar Allah’a ortaklar koştular. De ki: «Onlara ad verin (onlar necidir?). Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?» Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” Ra’d 33

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.” Fussilet 25 

“Âd kavmi ise, uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile mahvedildiler. Allah onu, ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün. Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?” Hakka 6-8

Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine!” Fecr 6-8

Zafer dünyada değil ahirettedir!

Ancak dünya tutkunluğu ahirete olan imanı öyle örtbas etmiş ki, referansı dindar olanı bile eğip bükerek daha beter kılmış; böylece Kur’an Müslümanlığı değil nefis Müslümanlığı gibi bir hezeyanlık din edinebilinmiştir.

Oysa Allah, indirdiği Kur’an ile dünya ve ahireti, iman ve küfrü kalın vurgularla birbirlerinden ayırmış; hiçbir şart ve koşulda hükümlerine karşı gelinmemesini; nefsi isteklere göre bir seçime gidilmemesini; milli menfaatin Kur’an’dan üstün tutulmamasını; dünyanın fanilik ve eğlence, ahiretin ise bakilik ve gerçek hayat olduğunu; Ku’an’ın egemen kılınmasını; hak ve adaletin hakim olabilmesi için batıla karşı savaşılmasını, hatta ölmeyi ve öldürmeyi; ayetlerinin beğenilmeyerek yok sayılmamasını; olası bir ittifakın ancak Kur’an baz alınarak yapılabileceğini hükme bağlamıştır.

Her şeyin Allah’ın katında olduğu apaçık ortadayken ve O dilemedikçe hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceği sabitken; insanoğlunun iradesiyle bir başarısı ve zaferi mümkün olabilir mi? Öyleyse dünyadaki bir başarı ve zaferin kalıcı bir kıymeti olmasa da, Allah katındaki değeri ancak ahiret karşılığıyla orantılıdır.

İnsanı insan yapanın beden değil ruh olduğu gerçeğini tumturaklı idrak edemeyenlerin Kur’an dışı düşünceleri öyle ziyandır ki, yaşadıkları fani dünyaya itibarlarıyla kanıtlıdır.

Yıllar önce genç bir yaşta iken yaklaşık 120 ülkeyle yaptığım ticaretteki başarımdan dolayı kendimi çok güçlü görürken, bir çocuğun dahi yapmayacağı bir hatayla öyle sarsılmıştım ki, neredeyse intihar edecek duruma gelmiştim. Nasıl olurda her türlü engeli aşmayı başararak kazanımda sınır tanımayan ben, akla hayale gelmeyecek bir hüsrana uğrayabilmiştim?

Ne zaman Kur’an’ı okuyup hayatımla kıyaslamak suretiyle anlamaya başladım, sandığım gibi başarı ve zaferin benden değil Allah’tan olduğunu kavramış ve 35 yaşında iken emekliye ayrılarak kendimi ilme ve ahirete adadım.  

İnsanı güçlü kılanın kendileri değil Allah olduğuna vakıf olmam akabinde başta şahsım olmak üzere kimseyi başarılı ve zafer sahibi görmediğimden rehber edinmemiş; aralarına katılarak batıl çarkın dişlileri arasında öğütülmekten kaçınmış; dünyevi bir çıkar uğruna ahiretime fiyat etiketi koyarcasına Kur’an’ı peşkeş çekmemiş; Allah ve Resulü’nün hükümleri dışında bir yolda olanları O’na karşı şirk içinde olduklarını tecrübelerim ve ayetlere göre idrak etmiştim.  

Yaratılmış bir kul olan insanı başarılı bulmak ve umut bağlayarak zafer ummak; insanlığı hatta iman etmiş kalpleri çökerten öylesine zehirli bir hastalıktır ki, bedeni yani maddi gücü bulunanın zayıf olanı elimine edeceği önyargısını doğurduğundan doğrudan ya da dolaylı olarak kula kulluğu meşrulaştırmaktadır.

Hâlbuki tarihte nice güçlü toplum ve devletlerin bedeni gücü olmayan zayıflarca nasıl sabun köpüğü misali yerle bir edilip dünyadan silindikleri kanıtlarla ortadadır. Dolayısıyla güçlü olan beden değil ruhtur! Velev ki, o ruh, tek bir bedende olsa dahi Etkin Ruh ile dayanışma içinde olmasından tüm dünyaya diz çöktürebilecek kudrettedir. Böylece Etkin Ruh ile vahdaniyet içinde olmayan insan ya da süper güç olarak sanılan devlet, görünüşte ne kadar güçlü olursa olsun zayıftır ve iman etmiş bir ruhun karşısında yok olmaya mahkûmdur.     

Eğer Allah, yarattığı dünya hayatı için sadece bir eğlence, oyun ve aldatma metası; yine yarattığı ahiret hayatı için asıl yaşam odur buyuruyorsa, ölümlü insanın dünyadaki kaybı ya da kazancı ancak çocukların oyunlarında duydukları sevinç ya da üzüntülerinden farksızdır. Dolayısıyla dünyanın zenginliğini, başarı ve zaferlerini veren ALLAH ise, insanın başarı ve zaferi nedir ki, umut beslenebilinsin!  

(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Al-i İmran 26

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” Hadid 20

“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete dûçar olmaması için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” En’am 70

“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O’nadır.“ Mülk 15

İnsanın vatanı neresidir?

Bedenin doğduğu yer mi; ruhun doğduğu yer mi? Bedenin yaşadığı yer mi; ruhun yaşadığı yer mi? Geçici olarak yaşanılan dünya mı; kalıcı olarak yaşanan ahiret hayatı mı?

Din ve düşünce ne olursa olsun muhakeme edebilen her insanın sorgulaması gereken bir ışıktır. Diğer bir ifadeyle söz konusu ışık, ‘kendini bilmek’ olup, kendini bilmeyenin de idraki mümkün değildir.

Her ne kadar doğruya ulaşmak neredeyse fevkalade zor ve ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda hiçbir zaman emin olunamayacağı sanılsa da, yaşanılan bir hayat, tecrübe edinilen bir dünya, muhakemeyi veren bir akıl, duyguları üreten bir kalp ve ölüm vardır.

Karşılaştığım insanlara; “ne için yaşıyorsun” ve “kiminle nişanlısın” diye sorarım. Herkes çeşitli sebepler ortaya koyar ama hiçbiride ölümü tanıyabilmek için yaşadığını ve doğarken ölümle nişanlı olduğuna dair yanıt veremez. Önemli olması gereken sonuçtur; ancak insanların her halükarda bir şeyler için mücadele ederek elde ettikleri fiziksel ve görsel sonuçların etkisinde kalmalarından esas olan baki sonucu umursamamaları faniliğe tutkunluklarındandır.

Kendileri gibi fani olan işlere aşk ve tazimle bağlı insanın ölümüyle birlikte çerçöp olan iş, eğitim, eser, makam, kariyer, zenginlik, sağlık, cinsellik, eğlence ve uğraşıları tahammül edilemez bir sonuç olsa da, yaptıklarının karşılığında erişeceği sonucun ölüm olduğu gerçeğini düşünmemesinin nasıl bir sorun ihtiva ettiği kaderiyle orantılıdır. .  

Yaşadığı tecrübeleri sorgulayarak muhakeme çıkaramayan,  zihin süzgecinden geçirip gerçeğe ulaşamayan insanların hayatları öyle beyhudedir ki,  görünüşteki galibiyet yanıltılarını örtbas ettiğinden asıl yargıya gidilememektedir.

Oysa bir şeye inanıp inanmadan önce, o şeyin ne olduğunu irdeleyerek ruhsal ve fiziksel durumunu bütünlük içinde değerlendirip sonuca gitmek doğru olan tek yargıdır. Tıpkı ruh ile beden gibi!

Geçmişte olanlar bugünde sürmekte, yarında devam edecektir. Ancak çağlara göre biçim, görünüş ve makyaj değişimi gerçeği ortadan kaldırmamaktadır. Onun için, benlikleri okşayan biçare nutuklar, teoriler, yaptırımı olmayan gövde gösterileri, kadere meydan okuyan afakî birliktelikler, vaatler, ödüller, merasimler, egemenlikler, demokrasiler, başarılar, zaferler, özgürlükler, çıkarlar, iltifatlar, hediyeler, tokuşturulan kadehler ve atılan kahkahalar öyle yanıltmaktadır ki, sanki dünya yaratıcısı Allah’ın değilmiş ki, seküler-laik düşünce adına tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak adına canlar verilebilmekte ama canını verenler, geride kalanlar gibi bir istifadede bulunamamaktadırlar.

Onun için kahkahaların gizemi ve doğuracağı sonuçlar kestirilebilseydi; gözyaşları sel, ağıtlar şimşek olurdu. Tıpkı uyuşturucudaki, içkideki, kumardaki ve cinsel ilişkideki anlık tatmin ve mutluluk gibi! Ya sonra? 

Vatan, dünya değildir; ülke değildir; geçiciliği olan yurt değildir; memleket değildir; uyruk değildir; doğduğun ya da beslendiğin yer değildir; devlet değildir; bağlı olunan millet değildir; bayrak değildir!

Eğer iddia edildiği gibi öyle olmuş olsaydı; uğruna can verilen vatanlar çok el değiştirmez; farklı devletler var olmaz; bayraklar dalgalanmaz; milletler oluşmaz; canlar verilerek alınan ve korunan topraklar masa başındaki diplomasiyle savaşılan düşmanlara terk edilmez; dolayısıyla yüzlerce ulusa ve medeniyete ev sahipliği yapılmazdı.

Dünyanın her sathı yaratıcısı Allah’a ait ise, yaratıcı olmayanın Allah’a ait olanı sahiplenmeye kalkışması mümkün değildir. Dolayısıyla bir ülke sınırları içinde onlarca değişik dinsel ve etniksel insan mücadele ederek vatan adına söz konusu topraklar için kan döküyorsa, o diyarı herhangi bir ırkın veya ideolojinin doğrudan sahiplenmesinin meşruluğu nasıl imkânsız ise, Allah’a ait olan bir yerinde sahiplenebilmesi ihanet; nankörlük; hırsızlık; işgalciliktir; gasptır!

Her şey, bir şeye bağlı gelişiyor ve ona göre sebepler oluşarak sonuca varılıyor ise, o şeyi ne başlatan ne geliştiren ne sebepleştiren ne de sonuçlandıran yaratılan olmadığına göre yaratıcı Allah’tan başka vatan ve devlet yoktur!

Ancak kendini bilmeyen, hilkatteki eşlerini ve yaratıcısı Allah’ı da bilemediğinden gerçeği idrak edememektedir. Hatta öyle ki, baki olan yaratıcısı Allah yerine fani olan şeyler için canını dahi verebilecek kadar acizdir; sefildir; yığındır.   

Hani vahye karşı bilimi, kadere karşı teknolojiyi, ruha karşı bedeni öne çıkaran insan nedir bilir misiniz; kendini bilmeyendir! Oysa insanın kendini bilmesi tüm bir bilim olduğundan ne teorilere ne kuramlara ne hipotezlere ihtiyaç vardır. Çünkü yaşadığı olaylar yegâne kanıt ve tahlilde bulunabileceği laboratuardır.  

“Halen yurtlarında gezip dolaştıkları kendilerinden önceki nice nesilleri helak edişimiz onları doğru yola sevk etmedi mi? Bunlarda elbette ibretler vardır. Hala kulak vermezler mi?” Secde 26

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı! Ankebut 64

Siyasal İslam kime tehdittir?

Siyasal İslam nedir?

Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet; indirdiği Kur’an’daki hükümlere sorgusuzca itaat; Resulü’nün sünnetini örnek almak suretiyle bağlılık; kaynağı ayet ve sünnet olan hukuka tabiiyet; nefsi tüm düşünce ve davranışları yok saymak; batılı reddedip hakkı üstün tutmak; hâkimiyetin beşerde değil Allah’ta olduğunu kabul etmek; kul olunduğuna boyun eğmek; hak ve adaleti Kur’an ve sünnet kaidelerine göre uygulamak; Allah’tan başka kimseye hizmet etmemek, ahirete iman etmek; kader üstünde bir kader arayışına girerek Allah’a isyan etmemek; Allah ve Resulü’nün hükümlerinden başka birisinin hükmünü tanımamak, bir bilen olarak Allah’ı görmek; adalet için İslam’ı egemen kılmak; fitneyi ortadan kaldırabilmek için Allah adına savaşmak; İslam ile hükmedilmeyen bir devleti içselleştirmemek; İslamsız bir siyasete hiçbir koşulda razı olmamak; dünya değil ahiret için mücadele vermek; mükâfatı beşerden değil Allah’tan beklemek; İslam’dan başka bir düzeni onaylamamak; tek ve hak din olarak İslam’dan başkasına inanmamak; batıllığın değil İslam’ın hegemonyalığına riayet etmek; insanlık için barbarlığa karşı İslam’da birleşmek; kötülüklerin yok edilebilmesi için İslam’dan başka bir çarenin olmadığını benimsemek; yalan ve abartıları İslam ile gidermek; şeytanın görünüşteki vesvesel galibiyetine İslam ile yenmek; İslamsız bir hayatı düşünmemek; Allah’ı beğenerek kabul etmektir…

Peki, İslam kime tehdittir? 

Allah’a ortak koşanlara; Kur’an ve sünneti ilkel bulanlara; Allah ve Resulü’nün hükümlerine isyan ederek ahkâm kesenlere; sömürgecilere; ateistlere; seküler-laik düşüncede olanlara; demokratlara; liberallere; sosyalistlere; kapitalistlere; pozitivistlere; rasyonalistlere; yaşadıkları hayatı idrak edemeyenlere; nefislerinin peşine düşenlere; suçlulara; kendilerini kötülüğe adayanlara; Allah’a karşı benlik güdenlere; Mutlak İrade’nin Allah değil beşer olduğuna inananlara; kurtuluşu beşeri güçlerde görenlere; hıristiyanlara, yahudilere, budistlere, hindulara, kemalizm gibi diğer düşünceleri İdol yapanlara; batıllığı sindirenlere; kulluğu reddedenlere; şeytanın aldattıklarına; hak ve adalete düşman kesilenlere; Allah egemenliğine karşı çıkanlara; farklı dinlere tahammül edemeyenlere; zalimlik ve zorbalıkla özdeşleşmiş olanlara; insanlık hasmı güdenlere; Allah’ın üzerinde söz söyleme hezeyanında bulunanlara; gurur ve kibir taşıyanlara; kendinden ve ırkından başkasını düşünmeyenlere; acıma ve merhamet duygusundan muaf olanlara; Allah’ı rakip görerek savaş açanlara; nefislerine yenil düşenlere; ne barış ne de huzur ve güven istemeyenlere; adil yaşamı kayıp görenlere; ahlaksızlığı rehber edinmişlere; insanlığı yaratıcı Allah’ta değil yaratık olan hilkatteki eşlerinde sananlara; haddi aşmayı ve azgınlığı özgürlük hakkı görenlere; komşusu açken tok yatanlara; beşer üzerinde totaliterlik kurarak zoraki yaptırım uyguyanlara; insanı fıtratına göre değil isteği doğrultusunda yontma girişiminde bulunanlara; Allah’ı yeryüzünden silerek gökyüzüne yerleştirme sapkınlığında olanlara; hakkı gizlemeye çalışanlara…

Yeryüzünde kişisel yani nefissel olmayan tek din, düşünce, siyaset, devlet veya düzen İslam’dır. Çünkü İslam, ALLAH olduğu için her türlü amaç, gaye ve mücadele O’nun için yapıldığından hak ve adaletin yegâne adresi İslam’dır! Siyasetsiz bir İslam’ın olabilmesi mümkün değildir; çünkü İslam’ın özüne bir aykırılıktır! İslamsız bir siyaset insansızlıktır; dolayısıyla İslam’ı tehdit görerek karşı çıkmak hak ve adalete karşı çıkmaktır!

Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” Bakara 42

“Allah nezdinde hak din (düzen) İslam’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.  Al-i İmran 19  

“Kim, İslam’dan başka bir din (düzen) ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” Al-i İmran 85 

Din Savaşı asla bitmez…

Kimse durduramaz; kıyamete kadar sürer; çünkü kâinat gibi dünyanın da fıtratı dindir; dolayısıyla insanoğlu diğer her şey gibi din üzerine yaratılmıştır.

 “Din nedir?”

Din, kavram itibariyle itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olmak, ilkelere ve prensiplere koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Din; her ne kadar tanrısal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi manipüle edilip, siyasi hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de, gerçekte sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri yasaların bütünü; bilimin, düşünce ve iradelerin tamamıdır. Bilimsel, hukuksal ve idaresel her anlayış ve rejim; kendine göre dini bir düzenektir. Söz konusu dinsel yapıya göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı amaçlanır, insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün addedilen hakim gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek güç olunduğunun tasdik edilmesidir. Bu sebeple düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi; otomatikman bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri dolaylı yoldan tanrılaştırarak, farkında olmadan tapınabilmektedir.

Düşüncenin, rejimin ve düzenin adı ve tanımı her ne olursa olsun o mutlaka bir dindir.  

Yaratıcı Allah’ın kendisi için yarattığı insanların kul olma yerine benliklerini yücelterek güçlü ve irade sahibi egemenlik gütme hezeyanları sekülerizm, laisizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasim, Marksizm ve Kemalizm gibi kuramsal birçok doktrinlere sapmalarına sebep olmuş; dolayısıyla kadere karşı üstünlük sağlayabilmek maksadıyla dinsel savaş hiç bitmemiştir. Ancak teorilerindeki düşünceleri pratikte gerçekleştirememeleri her ne kadar toplumları uyandırmasa da, kader hükümlü akış mecrasında sürmektedir.  

Yaratıcının dinini yani anayasasını sözde kutsallaştırıp siyasetten, devletten, kamudan, sosyal hayattan ve düzenden arındırarak kendi batıl dinlerini hâkim kılanlar, oyun içinde sayısız dalavereler tertipleyerek, manipülasyonlarla inananları şeytanca aldatmışlar ve aldatmaya devam etmektedirler. Çünkü vahyi reddeden düşünce ve sistemler, mega yalanlar zemininde inşa edilmiş abartılardır. Toplumların yaratıcıya karşı olan duyarlılığını dikkate alarak öylesi hilelere girişmişlerdir ki, dinin sadece kişiye özel ilahsal ve ibadetsel bir ritüel olduğunu işleyerek saygı altında yaratıcı Allah’ı dokunulmaz kılıp, hapsedercesine yeryüzünden dışlamak suretiyle tüm yetkiyi kendilerinde toplamış, insanların nefislerini okşayan seçme, seçilme, özgürlük veya hâkimiyet adı altında suni payeler vermek suretiyle tanrısal gücün otoritesine kavuşabileceklerini sanmışlardır.  

Zaten dünyanın faniliği, yalanlarını da kanıtlamaktadır!

Öyle ki, sırf yaratıcı Allah’ın düzenini kabul etmemek ve egemenliği altına girmemek adına birbirlerinin köleliğine razı olmuş ve boyun eğmeyi ayrıcalıklı bir onur vesilesi saymışlardır.

Allah da onları öyle birbirlerine düşürmüş ve kıydırmış ki, ırk, ekonomi, özgürlük, sosyal ayrıcalık, vatan, bayrak ve devlet gibi benliksel mazeretlerle savaştırmış; özü din olan dostluk ve düşmanlıkların altını çizmiştir.

İnsanoğlu yaratıldığından itibaren başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan din savaşı, her ne kadar dahili ve harici ittifaklarla engellenmeye ve fıtrattaki gerçeklik örtbas edilmeye çalışılsa da, çıkar doğrultusundaki işbirliği, barış ve durağanlık yanıltmamalıdır. Dolayısıyla basıncın her an fışkırmaya hazır olduğu bilinmeli; altında ne saklı olduğu bilinmeyen ama üzerinde toprak bulunmasından dolayı masum sanılan şeyin nasıl şedit bir tehlike oluşturabileceği unutulmamalıdır.     

Çünkü ruhların inisiyatifini elinde bulunduran Allah, dilediği gibi yönetip yönlendirmekte; dinine karşı hiçbir gücün galebe çalmasına izin vermeyecek kudrettedir. Ancak tanıdığı süreçten dolayı şımaran insan, dilediği barışa, huzur ve güvene kavuşabildiğini sanmaktadır.

İnsan, savaşmak için yaratılmıştır!

Allah, indirdiği Kur’an’daki birçok ayetinde savaşı farz kılması ve din Allah’ın oluncaya dek savaşı mecbur etmesi, savaşsız bir dünyanın var olamayacağı gerçeğini kanıtlamaktadır. Ki, kendi yolunda öldürülenlere ölü değil diri olduğunu buyurması, savaşın tartışılmaz önemine işaret etmektedir. Dolayısıyla yarattığı iyi ve kötü insanları aslen savaştırmak ve ahiret hayatı için yarattığı aşikârdır!  

Yoksa fani olan dünyanın keyfiyeti için neden yaratmış olsun ki? Zaten birçok ayetinde dünyanın oyun, eğlence ve aldatama merkezi olduğunu ve iman edenlerin dünyayı ahiret karşılığı satmalarını buyurmuyor mu?

Peki, savaşmaksızın bir ahiret kazanımı mümkün müdür? Allah yolunda şehit olmaksızın günahtan arınmak yani temize çıkabilmek mümkün müdür?

O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz. Nisa 74

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.” Nisa 76

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” Enfal 39

CHP vatandaşlığını reddediyorum!

CHP Türklüğünü reddediyorum; CHP devletini reddediyorum; CHP vatanını reddediyorum; CHP kurtarıcılığını reddediyorum; CHP ilkelerini reddediyorum; CHP’nin Türkiye ile bağdaştırılmasını reddediyorum; CHP şehitliğini reddediyorum; CHP ile birlik ve beraberliği reddediyorum…

Şehit cenazesinde uğradığı halkın tepkisi sonrası yaptığı açıklamada, Türkiye’yi kuranın ve kurtaranın CHP olduğunu söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu, açıkça millete had bildirmeye kalkışmıştır. Yani demiş ki, “sizi Türkiye yapan CHP’dir; sizi millet yapan CHP’dir; size vatan veren CHP’dir; sizi düşmandan kurtaran CHP’dir; dolayısıyla CHP olmaz ise hiçsiniz” diyerek, kulu gördükleri Müslüman millete ve canlarını veren şehitlere meydan okuyabilmekte ve vicdani tepkileri hukukla örtbas etmeye çalışmaktadır.  

CHP, Atatürk’tür! Dolayısıyla ne CHP’yi Atatürk’ten ne de Atatürk’ü CHP’den ayırabilmek mümkün değildir. Ancak CHP’yi bir zillet, çamur, çöp, çukur ve şer görmek suretiyle dini ve milli hassasiyet taşıyan partilerin Atatürk’ü idol yaparak aşk ve tazimde bulunmaları CHP’yi vazgeçilmez kılmış; böylece Türkiye’de, vatan da, devlet de, millet de, bayrak da, şehit de CHP himayesi altındaki mahkumiyetini sürdürmektedir.   

Zaten Kılıçadoğlu, “şehitler bizim, siz kim oluyorsunuz ki şehit cenazelerine katılmamızı engelliyorsunuz” demiyor mu? Oysa terörist dostu CHP ve Kılıçdaroğlu’nun katlettikleri şehitlerin cenaze merasimlerine katılarak şov yapma girişimleri kabul edilemez ise de, millet evlatlarının CHP için can verdikleri hezeyanından kendini hukuki görmektedir.   

Türkiye’nin CHP’den kurtuluşu ancak yeni bir İstiklal muharebesiyle yani tarihiyle mümkündür! Müslüman milletin egemen olacağı bir Türkiye kurulmalı ve kurtuluş CHP’nin küfürsel ve hainsel elinden alınarak ALLAH’a teslim edilmelidir.

Her ne kadar köpeğin dudakları değdi diye deniz kirlenmez ise de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze değin binlerce pek zorlu badire atlatmış ve yüz binlerce şehit vermiş Müslüman Türk Milleti’nin CHP hegemonyasından kurtulamamış olması, Atatürk’ün tanrılaştırılırcasına ALLAH’a ortak koşulmasındandır.   

CHP diktalığı yerle bir edilmeden hak ve adalete kavuşabilmek; ne içerdeki ne de dışarıdaki haçlı-siyonistleri defedebilmek imkânızdır!  Artık oy avcılarının şeytansı abartılarına inanarak dolgu malzeme olmaktan kaçınıp, doğrudan karar organı olmayı düşünmek, tek çözüm yoludur. 

Mutlaka belirlenmiş gün geldiğinde gerek chp’nin gerekse pkk’nın kırıntısını bırakmayacak öyle bir infial doğacaktır ki, lavların yanardağdan fışkırması gibi hain ve düşmanlar un ufak olacaklardır.

Müslüman’ın en büyük avantajı nedir bilir misiniz; iman ettikleri ahiret hayatına kavuşabilmek için şehadete koşmalarıdır. Bu sebeple kendisine dünyayı hayat yapan zalimlerin hiçbir şansı bulunmamaktadır!    

“Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vadinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” Hac 47  

Çünkü ben Müslüman’ım!

Dolayısıyla ALLAH’a verdiğim söz üzerine hainlik etmem; nankörlük yapmam; yaşamın hiçbir zerresinden dışlamam; güvensizlik duymam; siyaset ve devletten ayrı tutmam; hükümlerinin üstünde hüküm tanımam; düşmanıyla dost olmam; dünyevi çıkarlar uğruna ahireti peşkeş çekmem; daha iyi bilerim diyerek önüne geçmem; hiçbir hükmünü isteklerime göre eğip bükmem; itibarı, gücü ve izzeti O’nda ararım; İslam egemenliği üstünde başka bir egemenlik bilmem; dünya hayatına aldanmam; ölümü düşünmeden yaşamam; Hak dururken batılı rehber edinmem; ölüyken sarıldığım kefen gibi diriyken de sarılırım; İslamsız bir Türklüğü sindiremem; ne ülke ne de millet için gâvurluğu hazmedemem;  O’nun ilkelerinden başka hiç kimsenin ilkelerine boyun eğmem; Müslümanlık şerefini çiğnemem; ekonomi ve güvenlik için O’na bakarım…

Zaten ecelim belli olan dünyada ölmenin değil şehit olmanın getireceği kazanıma odaklandığımdan oyun ve eğlence olan fani dünyadaki övgü, rant, keyfiyet, başarı yahut zafer öyle önemsizdir ki, tıpkı gökten indirilen suyla yeryüzündeki bitkilerin gelişip gürlemeleri sonucu bin bir türlü iç açıcı güzellik ve besin vermeleri ardından rüzgarın savurması, savaş, deprem, yangın veya sellerin coşmasıyla çerçöp haline gelmeleri gibidir.  

Öyleyse her şeyin üzerinde iktidar sahibi ALLAH ise, hâkimiyet iddiasında bulunan beşerin ahkâm kestiği dünyadaki iktidarı nedir? Güdülen seküler-laik politikayla refah sağlanabilir mi; güvenlik ve özgürlük verilebilir mi; Allah’ın inisiyatifi engellenebilir mi; dileklere ulaşılabilir mi; vaatler tutulabilir mi; Kur’an’i hükümlerin dışlandığı bir düşünce düzeyinde kader yazılabiliyor mu? Peki, neyin mücadelesi verilmektedir?

Nefislerinin heva ve hevesine kapılan politikacılar, insanları öyle aldatıyorlar ki, iğfal edilmekten beter kılıyorlar. Hele referansları İslam ve dindar olarak tanınan politikacılar bile inananların kalplerindeki imanı söküp alırcasına ALLAH’a isyana yani küfre saptırıyorlar.  

Düşünebiliyor musunuz; İslam’ın bayraktarı yapılan Recep Tayyip Erdoğan; “Dönem kızgın demiri soğutma, musafahalaşma, kucaklaşma, birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemidir” sözleriyle, ALLAH ve Resul’ünün hükümlerini yok saydığı gibi, Müslüman milletin uğruna can verdiği Türkiye’yi de hainlere peşkeş çekmedir.

Ne yani;

– Türk oldukları gerekçesiyle İslam düşmanlarıyla birlik ve beraberlik içinde mi bulunayım?

– İçinde ne kadar yaşayacağım ülke ve dünya için ahireti mi satayım?

– Ülke ve millet menfaatini Kur’an’dan üstün mü tutayım?

–  Kur’an karşıtlarına olan kızgınlığımı mı soğutayım?

–  Vahyi ve sünneti yok sayanlarla ortak bir paydaş içinde mi olayım?

–  Kur’an ile alay edenlerle mi kucaklaşayım?

–  ALLAH ve Resulü’nün hükümlerine savaş açan zalimlerle mi musafahalaşayım?

Peki, neden?

Eğer sözünüzü dinlersem; öldükten sonraki ahiret hayatı için bir garanti veriyor musunuz; verebiliyorsanız kaynağınız ve seküler-laik karşılığı nedir?

Türkiye’nin bekası İslam değil laiklik ise, laikliğin Mutlak İrade üzerindeki yaptırımı nedir?

Ayrıca seçim sonrası gibi pkk ve fetö ile mücadele sırasında katledilen şehitlerin kanlarını da geride bırakmak suretiyle ihanetsi bir gündeme mi odaklanmalıyım?

Zaten asıl tehdit, tehlike, düşman, kaçınılması ve savaşılması gereken “musafahalaşılması, kucaklanılması, birlik ve beraberlik içinde perçinlenmesi” istenilen Türkiye vatandaşları olan milli kimlikler değil midir? Dolayısıyla yerli hainlerin cirit attığı Türkiye’de, ülkenin bekası için her an lavlar fışkırtacak bir yanardağını soğutabilmek mümkün müdür?  Ki, ezeli ve ebedi yabancı düşmanlara cesaret vererek alt yapıyı hazırlayan o hainler değil midir?    

Zillet ittifakıyla birlik içinde olmam beni de zelil etmez mi; çöpe sarılmam beni de çöp yapmaz mı; çamuru kucaklamam beni de çamurlaştırmaz mı; çürüğü içselleştirmem beni de çürütmez mi; hainliğe müsamahada bulunmam beni de hainleştirmez mi; küfrü meşrulaştırmam beni de inkâra sevk etmez mi; batıl çarka girmem beni de öğütmez mi; haksızlıklara boyun eğmem beni de hunhar kılmaz mı; kulluk ALLAH’ın oluncaya kadar savaşmamam beni de fasık yapmaz mı; kötü ile perçinleşmek iyiyi yok etmez mi?

Ben Müslüman’ım; değil ırkdaşım, millettaşım; anam, babam ve kardeşim dahi olsa İslam karşıtıyla ile ne musafahalaşırım, ne kucaklaşırım, ne birlik ve beraberlik içinde olurum, ne de ALLAH ve Resulü’nün hükümleri dışına çıkarım.   

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

“Allah ve Resûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

Günahtan arınmak…

Ya da günahtan kurtulma; diğer bir ifadeyle temize çıkma, aklanma, suçsuz hale gelme, muaf tutulma, bağışlanma veya yıkanmak mümkündür.

Beşeri hiçbir araca ihtiyaç duyulmaksızın; herhangi maddi ve manevi bir araç kullanmaksızın tamamen kişiye özgü günahlardan arınabilmek hem kolay hem de pek zordur.

Yaratıcı Allah’a karşı işlenen cürümlere günah; beşere karşı işlenenlere suç dense de her ikisi de özde aynı şeyi ihtiva eder. Ancak günah ile suç, Allah ile beşer caydırıcılığı ve yaptırımını doğuran öyle bir farktır ki, şirki meşrulaştıran bir yanılgı, dolayısıyla aldatmayı masumlaştıran şeytani bir vesvesedir.

Allah’a karşı yapılan günahların ya umursanmaması; ya meyledilmesinde sakınca görülmemesi; ya yaptırım karşılığının savsaklanması; ya hizmet veya yardım hevesiyle parayla örtülebileceğinin düşünülmesi; ya tövbeye bağlanması; ya bağışlayıcı ve esirgeyiciliğine itimat edilerek ısrarda bulunulması; ya tanınan mühletin istismar edilmesi; ya arttırılan günahların anında cezalandırılmaması; ya beşere karşı işlenen suçun, günahtan öncelikli tutularak ortak koşulması; Kur’an’ın koyduğu hükümlere göre değil nefsi istekler doğrultusunda günah ve sevap konusunda ahkâm kesilmesi; ya günahın gizliliğinden cesaret alınması; ya nefsin Allah’ın affına güvendirmesi…

Bağışı imkânsız olan asıl günah, Allah’a ortak koşmak, diğer bir ifadeyle şirktir. Peki, şirk nedir diye sorulacak olursa; Allah’ın indirdiği Kur’an ve elçisi Resul’ünün hükümlerine uymamak; geleceği bilmemekle itham edercesine zaman göre başkalaştırmak; Kur’an dışı düşünce ve davranışlarda bulunmak; yasalar yapmak; devlet yönetmek; Kur’an’a aykırı müttefikliklerde bulunup anlaşmalarla kurtuluşa erişebileceğini sanmak; Kur’an’ı siyasetten ayırmak; nefsi istekleri üstün tutmak; Allah’ın ilkelerini değil beşeri ilkeleri rehber edinip ölçü almak; menfaat adına batılı sindirmek; suçtan korkup günaha aldırmamak; nefis için mücadele verip Allah için yapmamak; Allah’a değil beşere güvenmek; dünya için ölüp ahiret için şehitlikten kaçınmak; şerefi ve zaferi Hakk’ta değil batılda aramak; haram ve helali yani günah ve sevabı Allah’ın kurallarına göre değil nefsi çıkarlar doğrultusunda hüküm vermek; Allah’ın şeriat düzenini egemen kılabilmek için savaşmamak; batılı hakkın üzerine koyarak boyun eğmek; benliği öne çıkarmak; yapılan işleri ya da başarıları beşerden bilmek; Allah’ın lütfettiklerini beşere çıkartmak.

Daha fazla detaya girmeyip, günahlardan arınmanın, kurtulabilmenin ve temize çıkabilmenin yegâne yolu; ancak Allah yolunda şehit olabilmektir. Sadece şehitlere hiçbir üzüntünün, kederin ve günahının olmayacağını müjdeleyen ALLAH, böylece çözüm yolunu da göstermiştir.     

 “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” Al-i İmran 169-170

O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Nisa 74

Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111  

“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.” En’am 120

Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez. Necm 38 

“Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmazsın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın. “ Lokman 33 

Sadece ALLAH ile konuş…

Bir derdin mi var, derman olarak O’na başvur;

Şikâyetin mi var, O’na anlat;

Dileğin mi var, O’ndan iste;

Yalnız mısın, O’na koş;

Bir sorunun mu var, O çözer;

Sohbet mi yapmak istiyorsun, O sana yeter;

Adalete mi susadın, O’nu iç;

Çok kötü durumda mısın, O’na sabret;

Amacın ebedilik mi, O’nun için şehit ol;

Sıkıntı içinde misin, O giderir;

Şüphecilikten sakınamıyor musun, O’na dayan;

Kıskançlık kahır mı ettiriyor, O’nu sevgili kıl;

Bir şeye mi ihtiyacın var, O’ndan başkası veremez;

Yalandan mı kaçıyorsun, O’na sığın;

Aşk mı arıyorsun, O’nda bulabilirsin;

Ölmek ya da öldürülmekten mi korkuyorsun, O’na güven;

Ölümle olan nişanından mı kaçıyorsun, O’nun ile evlen;

Hayata mı meraklısın, O’nun eserlerine bak;

Önyargıdan kurtulamıyor musun, O’na sarıl;

Benliğinin kölesi misin, O’nun ile özgürlüğe kavuş;

Her şeyin görünüş olduğuna mı inanıyorsun, O görünmüyor;

Ahiret hayatı için kanıt mı arıyorsun, O’nu irdele;

Huzur ve güven mi arıyorsun, O’ndan başkasında yok;

Kaderine mi küskünsün, O’nda daha beteri var;

Kulluğu mu sindiremiyorsun, O’ndan kurtulmalısın; 

Amacın hükmetmek mi, O’nu yok etmelisin;

Emelin özgürlük ve bağımsızlık mı, O’nunla bağını koparmalısın;

Fayda ya da zarar verme gücüne ulaşamazsın, çünkü O değilsin;

Araç’ı, asıl sanma ki, O’nu her daim yanında bulabilesin!

Bedeni insan yapan ruhtur. Ruh olmadan sadece insan değil, canlı hiçbir mahlûkat var olamaz. Ancak ALLAH, insanoğluna kendi ruhundan üfleyerek yüce zatına kul kılmış olduğundan tek başına varlık gösterebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ruhsal bağ aracılığıyla Allah’ın iradesi altında olan insan, O’nun dilemesi dışında hiçbir şey yapamaz; düşünce ve davranışlarıyla ilgili yaptığı her şeyi lütfüyle gerçekleştirmektedir.

Allahsız bir insan yoktur ve olamaz! Velev ki inkâr etmiş ya da nefsini öne çıkararak ahkâm kesmiş olsa dahi hiçbir yaptırımı bulunmaktadır. Bu sebeple insanın yaratıcısı ALLAH’tan başka hiç kimsesi olmadığı gerçeği apaçık ortadayken, yine de fani ve kendisine hiçbir fayda vermeye kudreti bulunmayan şeylerin ardına düşebilmesi Allah’a mahsus bir bilgiye göre takdirinden başka bir şey değildir.

ALLAH diledikten sonra konuşabilirsin; idrak edebilirsin; yanlıştan kurtulabilirsin; iman edebilirsin; dertleşebilirsin; sorunlarını çözdürebilirsin; isteklerine kavuşabilirsin; kula umut beslemezsin; korkularını ve sıkıntılarını yenebilirsin; O’ndan başkasını ne dost ne de düşman edinirsin; güven duymazsın; medet ummasın; her an yanında hissedersin…       

“Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” Secde 9

Kur’an’dan başka çözüm yoktur!

Öyleyse ısrar ve inatla direnmenin sebebi kibirden başka nedir?

Eğer olmuş olsaydı barış, huzur ve güven içinde yaşayan bir iradeyle birbirini kıran insanoğlu değil, seven, yardımlaşan ve tahammül eden hatta sınırları olmayan bir insanlık ve dünya var olur; benlik denen kibir ortadan kaldırılmak suretiyle kötülüğün elçisi şeytan gömülebilirdi.

Bu sebeple insanın yaratılmasıyla birlikte cennet kovulan şeytanın kibirsel laneti apaçık ortadayken, ölümlü bir insanın Kur’an’a karşı kibre kalkışabilmesi asla doğru olmadığından her ne şartta olursa olsun kabul edilebilmesi mümkün değildir. 

Kur’an’a karşı çıkan ölümlü insanı pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yaratan; sonra onu rahimde nutfe yani meni hailine getiren; sonra aşılanmış yumurta yapıp ardından bir parça et haline sokup, o eti kemiklere yani iskelete çevirmek suretiyle et ve kaslarla kapladıktan sonra insan haline getirerek dünyaya göndermesinin akabinde belli bir müddet sonra ölümünü gerçekleştiren yaratıcı ALLAH’ı beğenmeyerek nankörlük ve isyan edebilmek neyin nesidir?

Yaratıcının hükmü olan Kur’an’a yüz çevirebilmek nasıl akılcı, aydınlıkçı, çağdaş, ilerici ve bilimsel bir düşünce olabilir ki, ateşten yaratıldığını bahane eden şeytandan daha korkunç bir kibir taşınabilmektedir?

Kur’an öyle aşikâr ki, başıma gelen mucizevi nitelikteki bir olaydan sonra intihar etmeyi düşünürken Kur’an’ı okumamamla birlikte hayatın ta kendisi olduğunu idrak etmiş ve elem duyulacak ve nefisçe yerinecek veya övünülecek bir şeyin iradece gerçekleşmediğini öğrenmiştim.

Böylece ne Kur’an ne de sünnetten başka hiçbir şeye itibar etmiyor; dünyevi bir çıkar uğruna imanıma bir fiyat etiketi koymuyor; geçim endişesi veya ticaretimin kesada uğramasından korkmuyor; Allah’ın dışındaki bir gücün fayda yahut zarar verebileceğine inanmıyor; O’ndan başkasının bir yaptırım kudreti olduğuna güvenmiyor; her gün beş dakikalık otokritik yaparak ayetlerle olayları kıyaslıyor; her an ahiret hayatını düşünerek içinde yaşadığım dünya ile mukayese ediyor; huzur, güven, sabır ve şükrü derinlerde hissetmeye çalışarak Kur’an’a sarılmaktan başka bir yol olmadığı gerçeğiyle her türlü takiyeye, manipülasyona, abartıya ve nefsime galebe çaldıracak aldatmalara kulaklarımı kapatıyorum.

Kur’an’ın dışındaki hiçbir şey ne umut vaat edebilir; ne bir çare ya da çözüm getirebilir; ne sorunları giderebilir; ne huzur ve güven verebilir; ne aydınlığa götürebilir; ne gerçeği gösterebilir; ne sıkıntıları ortadan kaldırabilir; ne derde derman olabilir; ne birlik ve beraberlik sağlayabilir; ne rızık yani ekonomik bir güç kazandırabilir; ne başarı veya zafer elde ettirebilir; ne kader yazabilir; ne de zalimleri zulümlerinden vazgeçirebilir.

Kur’an’a karşı olanlar neyi hesap edemiyorlar biliyor musunuz; karşı olmalarının da Kur’an’ın bir hükmü olduğunu! Dolayısıyla Kur’an’a aykırı her ne yaparlarsa yapsınlar; gizleseler de, yok saysalar da, inkâr etseler de, yerine başka şeyleri koysalar da, sayısız vaatlerde bulunsalar da, Kur’an dilediği için yaptıklarından dahi bihaber öyle sapkındırlar ki, bumerang misali ne kadar atsalar da tekrar başlarına geri dönmektedir.

Hakikat olan odur ki, şeytanın dilediği insanları baştan çıkarma gibi bir yetkisi olmadığı gibi hayata yani Kur’an’a beşeri arzular katabilmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla Allah izin vermediği müddetçe ne cini ne de insani şeytanın hiçbir iradesi yoktur; dünya ve kâinattaki her şey O’nun dilemesiyle ivme kazandığına göre Kur’an’a karşı bir üstünlük veya zafer mümkün değildir.  

Sonunda ALLAH’a dönülecek ise, Kur’an yolundan başkasına girmiş olmanın hiçbir faydası olmadığı gibi emrolunan şeyin dışında bir şey yapmanın da yoktur!   

“Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O’na teslim olduğu halde onlar, Allah’ın dininden (Kur’an’dan) başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na döndürüleceklerdir.” Al-i İmran 83

“Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.” En’am 107

“Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.” En’am 111

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.”En’am 112

“Eğer yüz çevirirlerse de ki: (Bana emrolunanı) hepinize açıkladım. Artık size vadolunan şey (mahşerde toplanma zamanınız) yakın mı uzak mı, bilmiyorum.” Enbiya 109

Uluslararası toplum kimdir…

Mutlak İrade’ye sahip ALLAH’a muadil bir tanrımıdır ki, gücü ve yaptırımı olduğu sanısıyla zalimliğe son verebileceği; zulmü durdurabileceği; fayda verebileceği; hak ve adaleti mukim kılabileceği; kötülüğü yok edebileceği düşünülebilmektedir?

Yaratığın yaratıcı üzerinde bir etki doğurabilmesi ancak hükümlerine sadakatli bir bağlılıkla mümkündür!  Ne var ki, yaratığın yaratıcıya karşı kibri hilkatlerinin eliyle öyle bir acımasızlığı duçar kılıyor ki, beterin daha beterine layık olma karşılığı yaşanıyor.

Dünyanın bir hayat olduğuna inanan insan, sürekli hayatta kalmak ister ama ahiretin bir hayat olduğuna inanmadığından ya da inansa da amel etmediğinden yakındığı dünya altında öyle ezilir ki, hayatın ne olduğunu bilemeden yaşar.

Oysa hayatı bilmiş olsa kendi gibi yaratıklardan medet ummak yerine hayatın sahibine odaklanarak içinde geçici kalacağı dünyayı değil ahiret hayatını tercih etmek suretiyle şikâyet eden değil vahye itaat eden olurdu.

Ellerine aldıkları çekiçle şeytanı rehber edinmiş zalimler topluluğunu engelleyebilmek ancak göğsü imanla çelikleşmiş şehadet ehliyle mümkündür. Çünkü çekiç, çeliğe işleyemez! Onlar, hayatın dünya değil ahiret olduğuna inandıklarından hiçbir çılgın kendilerine zincir vuramamaktadır

Bedenini siper edip ruhunu ahirete adamamış insan, zulmün en alasını hak etmektedir. Dolayısıyla bedene yani dünyaya olan güven ruhun yani ahiretin üstüne öyle çıkmış ki, esaretin adı özgürlük olabilmiştir.    

Kötünün iyisi diyerek kötüyü içselleştiren; yanlışın doğrusu diyerek yanlışı hazmettiren; din diyerek Kur’an’ı yok saydıran; barış diyerek tutsaklığı meşrulaştıran; keyfiyet, diplomasi ve çıkar diyerek faniliğe boyun eğdiren seküler-laik, hırıstiyan ve insan iradesini tanrı yapan demokratik dünyanın haksızlık ve adaletsizliklerine yegâne çözüm, asıl hayat olan ahirete tumturaklı iman edilmesindedir.   

Bir şeye ‘ol’ diyerek, o şey nasıl oluyorsa;  bir şeye ‘dur’ demesiyle, o şeyin durması ancak yaratıcı ALLAH’ın inisiyatifindedir. Öyleyse uluslararası toplumun ne fayda ne de zarar verme gibi bir iradesi olmadığından beklentisel yakarışın anlamı nedir?

Bu sebeple nefsini Allah’a adamamış bir toplumun ne şikâyeti ne ağıtı ne yalvarışı ne çığlığı ne de medeti mümkündür.

Dünyaya değil ancak ahirete meyletmiş bir iman ehli kükremiş sel gibi nefsini öyle çiğner aşar ki, bir tek zalim bırakmamacasına enginlere sığmaz bir tevhitle sarp ve sağlam düşünülen dağları yıkıp geçmeye çalışır.

Neden biliyor musunuz; onun için hayat dünya değil ahiret olduğundan tek amacının şehadete ulaşabilmek isteğindendir. Öyleyse ölmekten korkan bir toplumun, şehit olmak için çabalayan bir topluma galebe çalabilmesi mümkün müdür?  

Ne var ki, dünya sevdalıklarını ya Allah’ın Mutlak İradesi’ni yok sayarak ya kısıtlayarak ya ortak koşarak ya da nefsi isteklerine göre pazarlık yaparak haddi aşan toplumlar, kendi elleriyle kendilerini harap etmektedirler. Dolayısıyla her ne kadar imanı boğmaya çalışsalar da, boğulanın nasıl kendileri olduğu musibet ve ölümlerle aşikârdır.  

Hele Müslüman olduğunu iddia eden politikacıların zalimlerin zulümlerini durdurabilmek için Allah’ın kitabı Kur’an’a değil zalimliğin ta kendisi olan uluslararası topluma başvurabilmesi zulmün meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla istikameti şaşıranın dini olsa da olmasa da fark etmez!  

“Şüphesiz bu (Kur’an), benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” En’am 153  

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.“ Kehf 57

İBB, pkk’ya teslim edilmemelidir!

Aksi takdirde pkk’ya karşı sürdürülen mücadelelere, şehitlere ve geride bıraktıkları ana, baba, eş ve çocuklarına ihanet olur ki, bundan böyle savaşacak tek bir vatan evladı bulunamaz.

Şeytanın eti kemiğe bürünerek insan olması misali pkk’nın da HDP-CHP- İP-SP maskesiyle belediyeleri ele geçirme amacını gerek hukuk gerek hümanist gerekse demokrasi anlayışıyla kabul edebilmek mümkün değildir. Çünkü milletin vicdanı maddi bir hukukun ve demokratik düşüncenin üstündedir!

Hele İstanbul gibi çağların abidelerinden biri olan ve iman etmiş milyonlarca şehidin kanlarıyla mukaddesata ulaşmış bir sancağın pkk ve fetö bedenli CHP’ye peşkeş çekilmesi korkunç bir gazabı doğurur.

Ki, 15 Temmuz darbe girişimi en açık bir kanıt olduğu gibi geçmişte belediyelere atanan kayyumlar ve pkk’ya karşı sürdürülen savaş unutulmamalıdır.

Türkiye’yi yok etmek isteyen azılı haçlı-siyonist düşmanların dâhili taşeronları olan pkk ve fetö’yü gizli pazarlıklarla milletin başına bela kılan CHP ve ittifakının masum olmadıkları; bu sebeple kazanılmış bir haklarının bulunamayacağı aşikârdır.

HDP’yi meşru gören CHP ve İP; neden aleni bir ittifak kurma yerine gizliliği seçerek belediyeleri pkk’ya işgal ettirdiler? Çünkü onlarda HDP’nin pkk olduğunu bildiklerinden seçmenlerini kandırmışlardır.

HDP, tartışmasız bir pkk’dır!  Tıpkı Suriye’deki pyd ve ypg gibi! Dolayısıyla ABD’nin pyd/ypg’yı meşru bulması gibi, Türkiye’deki siyasette HDP’yi meşru görmesinden pkk her halükarda meşruiyetini sürdürebilmektedir.

Gerek AKP gerekse MHP’de HDP’nin oylarını istemiş, böylece pkk’yı çıkar uğruna sindirebilmişlerdir.    

Devlet ve vatan için canlarını veren ve kanlı gözyaşlarını akıtarak yeri-göğü kahırlarıyla inleten millete rağmen CHP bandrolüyle pkk ve fetö’ye geçit vermek, Türkiye’nin sonunu getirir. Çünkü onlar yalnız başlarına değil, her an işgale hazır dış güçlerin boyundurukları ve destekleri altındadırlar. Tıpkı ABD’nin Guaido adlı bir hainle Venezüella’yı işgale kalkışması ve tarihteki binlerce olay gibi!

CHP ve ittifakın hilelerini geçersiz oy pusularında veya yapılmış maddi hatalarda değil, millete yapılan ihanette aramalıdır. Açıkça HDP ile işbirliklerini saklamak suretiyle milleti kandırmışlar; böylece pkk’yı meşrulaştıran bir manipülasyonla hainlik yapmışlardır.

CHP ittifakıyla Türkiye’de yapılan seçimlerin tamamı geçersiz sayılmalı; HDP’nin şeytani tezgâhı mutlaka bozulmalıdır. Özellikle İstanbul’da gerçekleştirilen seçimler ivedilikle iptal edilip yeniden yapılması kaçınılmazdır. Pkk’nın askeri kanadı olan teröristlere savaş dâhil her türlü yaptırım uygulanıyor ama siyasi kanadı olan HDP’ye meşruiyet sağlanabiliyor ise, pkk’nın düşman değil dost olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kendilerine fiyat etiketi koymuş CHP- İP-SP’nin seçimlerde başarı sağlayabilmek için Türkiye’yi teröristlere sunabilmeleri asla kaldırılamaz. 

Sonrada diyorlar ki; “devlet var, kanun var, YSK var, istihbarat var, asker var, polis var.” Oysa içinde bulunduğu cepheyi düşmana satarak işgal ettiren haine devletin yapabileceği ancak ceza vermektir. Ya işgal edenler ne olacak!

İşte böylesi sapkın düşüncelerden dolayı binlerce insanımız, askerimiz ve polisimiz katledilmiyor mu?

Türkiye ancak hilelere karşı dik durabilirse tehdit edilen ve işgale yeltenilen ne bir dış güç ne pkk ne de fetö mümkün olur! Mesele ne AKP ne MHP’’nin kazanımı değildir. Vicdanlara hile karıştıran CHP’nin pkk’yı meşrulaştırma girişiminin engellenmesidir.  

Dolayısıyla seçimlerin iptal edilmesinden korkulan bedel, öyle bir bedel doğurur ki, ödenecek bir bedel dahi kalmaz!

“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” Al-i İmran 160

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

Allah’a güven. Vekil olarak Allah yeter. Ahzab 3

Ahiret, dünyanın ruhudur!

Ancak insanın ya da canlı bir varlığın ruhu nasıl fiziksel olarak görünmüyor, dokunulmuyor ve bilimce ortaya çıkarılamıyor ise, ahirette aynıdır. Dolayısıyla insanın ruhunu inkâr nasıl bir aptallık ise, dünyanın ruhu ahireti de inkâr öyle bir aptallıktır.   

Dünyayı nasıl gördüğünü bilmiyorum ama dünya, her halükarda seni aptal olarak görüyor!  Çünkü içinde yaşattığı ölümlü insan, vadesinin meçhul olduğu ecelinin geleceğini bildiği halde kendine sımsıkı sarılmak suretiyle adanmış olabilmesini anlayamıyor.

Ana karnında dünyaya gelmeyi bekleyen bir çocuğun dünyanın varlığına inanmaması misali tekrar dirileceklerine inanmayan ölülerde ahiret varlığına ya inanmamakta ya da şüphe ve tereddüt içindedirler.

Oysa dünya, ortaya koyduğu kanıtlarla diyor ki,”bendeki hayat fanidir; diğer bir ifadeyle oyundur, oyuncaktır, eğlencedir, hiledir, aldatma merkezidir; asıl ebedi hayat ahiret yurdudur; bununla ilgili birçok delili bizzat tecrübe edinmenize rağmen kavrayamamış olabilirsiniz ama gerek doğum gerekse ölümde mi gerçeğin açık perdelerini açmaya yeterli olmuyor?”

Ölümlü insanın eceli aşikârken dünyaya ilgi ve alaka duyabilmesini kaderden başka bir anlayışla yani hür bir düşünce ve duygu kuramlarıyla özdeşleştirebilmek mümkün değildir.

Aslında insan zihni işleyişinin bağlı olduğu kurallar ile dünyaya egemen olan kurallar aynıdır. Ancak ölümlü insan, gözlemlemeyi, deneyi, mukayeseyi ve muhakemeyi yapabildiği tek laboratuar olan dünyada kul ya da özgürce yaptırımı bulunmayan iradesiz bir araç olduğu gerçeğini idrak edememektedir.  Oysa idraki fevkalade kolay olmasına rağmen her şeyde olduğu gibi yaratıcı Allah’ın müdahalesine ihtiyaç duyulduğu alenidir. 

Seküler-laik düşünce hatta Allah’a inanan demokratik ilahiyatçılar irade ile kaderi kategorize edip sınırlar çizip Allah’a ortak koşmalarından insanların Allah ve ahiret inançları da teolojiden öteye gitmemiştir. Böylece Allah ile insanı, gökyüzü ile yeryüzünü, bedenle ruhu, dünya ile ahireti, doğumla ölümü, mantıkla duyguyu, bilimle vahyi, dinle devleti ayırarak, egemensel rakip kuvvetler oluşturmuşlardır.

Sebep ise kibirdir!

Çünkü yaratıcı Allah’ı acze uğratabilmek için ruh, ahiret ve kader inkâr edilerek yok sayılmak suretiyle hayatın dünyadan ibaret olduğu yalanı pozitif bilim adına kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Oysa programladıkları bir bilgisayara, telefona, robota, çiplere, yazılımlara veya bir makine yahut otonom taşıt araçlarına özgür veya cüz’i bir irade hakkı verilmiş olunsa, nasıl kontrolden çıkılıp anormal sonuçların ortaya çıkılabileceğini aptallar düşünememektedir.

Nefse galebe çaldıran bir kazanç ya da hüsrana uğratan bir kayıp ne sevindirmeli ne de üzmelidir. Asıl olan odur ki, dünyadaki bir övünç yahut yerilmenin ahiretteki karşılığıdır. Zira dünyanın ruhu ahiret olduğundan ruhsuz bir insan nasıl ölü ise, ahiretsiz bir dünyanın da ölü olduğu gerçeği muhakeme edilebilmelidir.

Neden insan için her şeyin görünüşten veya görüntüden ibaret olduğunu hiç düşündünüz mü? Çünkü ruhtan korkmuş olmasındandır! Dolaysıyla ruhtan korkmuş olmasından kaçıp kurtulmaya çalışarak ya inkâra ya da kavuşmamaya yeltenmektedir.

İnsan benliğindeki heva, heves, ihtiras, arzu, tatmin ve şehvetin süresi ancak ruhtan ibaret olduğu gerçeğine ulaşıncaya kadardır. Bedene ve dünyaya karşı duyduğu isteklerden vazgeçiren ruh, fiziki olan her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir fanilik olduğu hakikatini ortaya koyan öyle bir kuvvettir ki, karşında durabilmek imkânsızdır.

Neden yaratıcı Allah, yaratıp sayısız nimetler bahşettiği dünyayı aşağılayıp da ahireti övdüğü düşünülerek sorgulanabilindiğinde fanilik ile bakilik anlaşılabilecektir!

Neden Allah, isyan ve inkâr edilmesine izin veriyor? Neden kendine isyan edenleri dünyada yüceltiyor, kalkındırıyor, zafere ulaştırıp söz sahibi yapıyor? Neden kendine itaat edenleri dünya nimetlerinden mahrum bırakarak ahiret sevdasını ve uğruna şehadeti üstün kılıyor?

“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete dûçar olmaması için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır. En’am 70

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” Hadid 20

O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74

Nefse hizmetin bedeli!

Yaratanı yarattıklarından ötürü sevme; ALLAH olduğu için sev ki, nefse yaptığın hizmet şeytanınkine benzemesin. Dolayısıyla yaratılana hizmet edilmekle yaratıcı ALLAH’a hizmet edilemez; ancak ALLAH’a hizmet edilirse yaratılana hizmet duçar olabilir.

AKP, iktidarda bulunduğu sürece keyfiyeti ön çıkaran fani ölçekli hizmetlerini yadsıyabilmek mümkün değil ama onca çabalarına rağmen nefisleri tatmin edememiş ki, çıtayı daha da yukarı çıkaracağına gerilemeyle karşı karşıya kalmıştır.

Çünkü ölümlü bir beşer olarak merkeze kendini oturtmuş; adalet olgusunu nefsiyle özdeşleştirerek her şeyin ALLAH’ın iradesi yani dileğiyle gerçekleştiği hakikatini ya kibri ya da güdümündeki seküler-laik rejimin baskısından dolayı ortaya koymamış; dolayısıyla kabullendiği yanlışla milleti zehirlemiştir.

Oysa yaratıcı Allah’ın iradesinde olan bir insanın ya da bir milletin dilediği bir iradeyi kullanabilmesi imkânsızdır. Bu sebeple Allah lütfü olmaksızın iradesine güvenilen milletin de tepinmesi çok çetin olur. Çünkü yöneten ve yönlendiren yalnızca ALLAH’tır!

Gerek Osmanlı Devleti, gerekse diğer İslam Devletlerinin yükseliş, duraklama ve yıkılma süreçleri incelendiğinde, ne demek istediğim anlaşılabilecektir!      

Bir hükümete düşen ancak adil olmaktır. Geri kalan diğer her şey Allah’ın inisiyatifinde ise, insanları doyurabilmek için ahkâm kesmek öyle yalandır ki, mumu da yatsıya kadar yanmaktadır. Dolayısıyla dileklerin kul tarafından yaratılarak hilkatteki eşleri, diğer bir ifadeyle kullara tevdisi mümkün olamayacağından kulu doyurabilecek ya da tatmin edebilecek tek besin kaynağı adalettir.

Yaratılmış bir insanın, milletin, liderin, hükümetin veya devletin fayda ya da zarar verebileceğine nasıl inanılabilir?  

AKP, ALLAH’ın bir oyun, oyuncak, eğlence ve aldatma merkezi olarak nitelendirdiği dünyaya öyle meyletmiş ki, millet iradesini Mutlak İrade’den üstün tutarcasına yoğunlandığı nefislerin gazabına uğramıştır. Böylece yaptığı dünyevi nimetleri dahi muhakeme edemeyen öyle yığınlar doğmuş ki, kendileri gibi kör ve sağır olmalarından rakiplerine umut bağlayabilmişlerdir.

Allah’a güvensizlik müminleri öyle münafıklaştırmış ki, ortak koşmak neredeyse imanla özdeşleştirilmiştir. Dinin siyasetten ve devletten dışlandığı demokrasi düşüncesi insanı ya da milleti egemen kılmış; böylelikle doğrudan yahut dolaylı olarak ilkel ve cahil olmakla yaftalanan ALLAH ve Resulü’nün ilkeleri yönetimde yok sayılmıştır.  

Dilediğini yüceltip dilediğimi alçaltan ALLAH mı; millet mi? Dilediğini zafere ulaştıran ya da dilediğine yenilgi veren ALLAH mı; millet mi? Dilediğine sayısız rızık sunan yahut dilediğinin rızkını keserek yoksul bırakan ALLAH mı; millet mi? Kazandıran yahut kaybettiren ALLAH iradesi mi, millet iradesi mi?

Öyleye nasıl bir ALLAH’a inanılıyor ki, tahtına oturulma cüretinde bulunarak, irade paylaşımı yapılabilmektedir?

Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse akp, ALLAH’ın iradesiyle mağlup olmuştur; sanırım güvendikleri millet iradesinin bir hiç olduğunu anlamışlardır. Hâlbuki onca çalışmalarını hak ve adalet için yapmış; hükümranlığın mutlak sahibinin millet değil ALLAH olduğu gerçeğini ortaya koymuş olsalardı, kaybeden değil kazanan olurlardı!

İnşaALLAH; ALLAH’tan gelen bu uyarıyı dikkate alırlarda, gelebilecek bir hezimeti önleyebilirler!  

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «İman ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?  Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” Abese 2-3

“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, «Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir» der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” Zümer 49

De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. Cin 21

Adalet yoksa sizde yoksunuz!

Çünkü seküler-laik esasa bağlı verebilecekleri keyfiyeti yani bedeni doyursa da ruhun açlığını gideremez. Dolayısıyla asıl aç olan beden değil ruhtur! Zira açlığı ecele bağlı olan fani beden mi; yoksa ebedi olan ruh mu tokluğa muhtaçtır diye düşünülecek olunursa hayatın önemi de anlaşılacaktır.    

Ruhun tek besin kaynağı adalettir. Ona da ancak İslam, diğer bir ifadeyle Kur’an ile ulaşılabilir. Lakin adalet ölçüsünü Mutlak İrade sahibi Allah’ın indirdiği Kur’an da değil de Kur’ân dışı nefsi düşüncelerde aranılması durumunda adalete kavuşabilmek imkânsızdır.   

Eşsiz adalet anlayışıyla dünya tarihinde benzeri görülmeyen ve adalet örnekleri veren İslam halifesi Hz. Ömer gibi siyasetçi bir devlet adamı örneği ortada dururken, ne diye seküler-laik güdümlü demokratik ve hümanist politikacılara inanıp güveneyim?

Hz. Ömer’in siyasi ilkesi; “Hikmetin başı, Allah korkusudur. Başka deyişle insanlığın ölçüsü, Allah’a ve O’nun kanunlarına olan bağlılıktadır” olmasından dolayı adaletin timsali olmasına hak kazanmıştır.

Öyle ki, idaresi altında bulunduğu topraklarda var olan tüm aç ve yoksulların imdadına koşar; onların seviyesinde bir hayat sürer; bir siyasetçi olarak onlara tepeden bakmayıp bizzat sırtında taşıdığı yiyeceklerle hizmette bulunur;  bir devlet başkanı olarak kendine ve taraftarlarına bir ayrıcalık tanımayıp tokluklarından, güvenliklerinden, sağlıklarından ve barınaklarından emin olduktan sonra ağzına koyacağı lokmayı, yatacağı döşeği ve devlet başkanlığını kendine helal sayardı.

Hatta bir gün; karısının biriktirdiği harçlıklarından kendisine yeni bir elbise yaptırmasını dahi israf görmüş ve hazineden maaşının azaltılmasını emretmişti.

Hz. Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu kadar, adaletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkatli idi. Gösterişten, debdebeden, çalım atmaktan, üstün sayılmaktan, makamının sağladığı ayrıcalıklardan öyle uzaktı ki, köleden farksız bir halde bulunmasından küçümsenecek olmasından hiç çekinmezdi.   

Bir gün, Şam’ı ziyaret ettiğinde ordusunun komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, büyük bir kalabalıkla kendisini karşıladı. Şam’a giderken, kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmış ve kendi devesini kölesiyle paylaşıp sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar, deveye binmiş köleyi halife, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, koşarak Hz. Ömer’in yanına geldi ve dedi ki: “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Romalılar, Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların büyük halifesini görebilmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl izah edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.”

Komutanın bu kompleksli telaşı karşısında Hz. Ömer şöyle cevap verdi;

“Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte, saraylarda kalmakta ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allahü teâlâ bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, her şeyden aşağı eder.”

O devirde birçok ülkeyi idaresi altında bulundurarak Roma ve İran ordularını perişan eden Hz. Ömer, günlerce süren seyahatlerinde koruma olarak yanında tek bir asker dahi bulundurmamış ve arkadaştan farksız kölesiyle gezilerini sürdürmüştü. Ancak o günün köleleri, günümüz modern köleleri gibi aşağılanan, güdülen, horlanan ve sömürülen bir hayat yaşamıyor, eşitlik naraları atmıyor, sadece görevlerini yapıp gerektiğinde olanı siyasetçilerle, bürokratlarla ve devlet başkanlarıyla efendileriyle paylaşabiliyorlardı.

Hz. Ömer, başarı ve zaferlerden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk koşulmakla addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Hayatı büyük başarı ve zaferlerle dolu olan ünlü komutan Halid Bin Velid’i bu yüzden ordunun başından almıştı.

Peygamber Efendimizin “ALLAH’ın  kılıcı” olarak yaftaladığı Halid Bin Velid’in üst üste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi Allah’a hizmet olan ordunun şımararak sultalaşmasını istemiyordu. Zira böyle bir durumda, İslam’ın tatbikatı için var olan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, İslam Devleti’nin bekasI için fevkalâde tehlikeli bir husustu.

Başka bir deyişle Hz. Ömer, İslam kanunlarının harfiyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine ordu başkomutanının, hatta devlet başkanının şahsi despotizminin yer almasını istemiyordu. Bu sebeple Halid Bin Velid’i görevinden almıştı. Nitekim komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine’ye giden Halid’e, Hz. Ömer, Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim’‘ dedikten sonra, devletin bütün valilerine su tamimi gönderdi:

“Ben, Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim” demiştir

Hz. Ömer gibi kayıtsız-şartsız iman etmiş her Müslüman hâkimiyetin insanda yani millette değil ALLAH da olduğuna inanıp güvenmek mecburiyetindedir. Dolayısıyla başarının, zaferin ve egemenliğin sadece yaratıcı Allah’a ait olduğunu kabul etmeyen, şüphe eden, manipülasyonlarla eğip büken ve nefisini öne çıkararak her daim üstün gelen Mutlak İrade’ye ortak olmaya çalışan bilmelidir ki, değil oy, arttıracakları kaygımdan dolayı günahlarımı dahi vermem.

Madem Allah ve Resulü’nün verdiği hükümlere göre değil seküler-laik kurallar doğrultusunda politika yapılacak; neden insan kendini değil de başkalarını seçerek saltanata kavuşmuyor? Oysa seçtikleri kimseler gibi kendilerine ayrıcalık istemiyorlar mı; makama, şoföre, arabaya, korumaya, yüksek gelirlere; ikram ve hediyelere; namütenahi kıyaklara; sultalaşmaya ihtiyaçları yok mu? Neden ahkâm kesen değil de ahkâm kesilen olmaya razı olunuyor? Yoksa seçenlerde seçilenler gibi çıkar peşinde ya da çıkarlara ortak mıdırlar? Nasıl bir aptallıdır ki, seviyesine inmeyi guruna yediremeyen birini seçmeyi sindirebiliyor? 

Eğer yöneten ve yönlendirenin insan olduğuna inanan bir insan, insan değil mi ki, kendini yönetici olmaya ve kavuşacağı imkânlara layık bulmuyor? Ortaya çıkan hangi adayların iradesi kendi iradesinden üstündür ki, liyakatte sınır tanımamaktadır?

“Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş toplumların (acıklı) günlerinin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. Yunus 102

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur. Nisa 48

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. Nisa 59

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa 135

Aç Ayasofya’yı; Al Oyumu!

Çünkü Türkiye’nin bekası Ayasofya’nın Cami olmasıyla orantılıdır.

Her ne kadar Kur’an karşıtı seküler-laik bir sistemi partiler kanalıyla meşrulaştırmak bir küfür ise de, yüzbinlerce şehit verilerek fethedilen İstanbul’un abidesi Ayasofya’yı, yapılan ihanetten kurtulabilmek adına değil oy, uğruna can vermek bile şereflerin en yücelerindendir.

Öyle ki, Ayasofya’nın açılmasıyla üzerimizdeki lanet kalkacak, hem içeride hem de dışarıdaki haçlı-siyonist’lere karşı galebe çalınacak kapılar açılacak; Allah’ın yardım ve desteğiyle güç sanılan zorluklar fevkalade bir kolaylıkla aşılacak; Hıristiyan dünyasının egemenliğinden kurtularak, İslam hâkimiyetinin tesisiyle hak ve adalet mukim olacak; Müslümanlar zalimlerin güdümünde olmaksızın ne dışlanacak ne de aşağılanacak; Müslüman Türk Milleti ve ümmetin fani dünya için değil ahireti kazanabilmek maksadıyla yaşadığı anlaşılıp, azgınlara had bildirilecek fetihlerin önü açılacaktır.   

Partiler ister solcu, ister sağcı; ister dindar, ister laik; ister cumhur, ister milletçi; ister yerli, ister yabancı; ister iktidar, ister muhalefet olsun tamamının birlik olduğu demokrasi yani insan iradesinin üstün olduğu düzene odaklıdır. Oysa Allah’a iman etmiş bir Müslüman olarak Allah’tan bir başkasının ne hâkimiyetini ne de düzenini kabul edebilmem mümkün değildir.

Bu sebeple cambazlıkta birbirlerinden farkı olmayan düzencilerin hiçbir manipülasyonları imanımı küfre dönüştürecek tuzaksı yemlerine kanmama yeterli olmamaktadır. Çünkü kaynağım Kur’an ve sünnettir.

Ayasofya Camisini müze yapmak suretiyle ihanetin en şedidini işleyen Kur’an ve sünnet düşmanı CHP, Türkiye’nin amansız düşmanı PKK/HDP/YPG’ya açıkça destek çıkabilirken; sözde İslam düşünceli AKP ise, Hıristiyan âlemine yalakalık yapabilmek için hem CHP’nin ihanetini kaldırmamakta; hem de cihad ehlini karalayıp terörle özdeşleştirmek suretiyle dışlayabilmektedir.

Allah’ın indirdiği hükümlere karşı dünyada kurulan ittifakta yer alabilen AKP’nin CHP’den farkı, nefse daha iyi hizmetten başka bir şey değildir. Dolayısıyla insan görünümünde yığın olmaktan ise, halifelikle şereflenmiş insan olunmalıdır ki, haçlı-siyonist dünyasının tahakkümü altındaki siyasetin içinde fiyat etiketi sindirilmemiş olunsun.

Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor ki; “Ayasofya’yı cami olarak açabiliriz. Ayasofya müze statüsünden çıkarılabilir. Giriş ücretsiz olabilir. Hatta üzerinde öyle dururuz ki, ismini de Ayasofya Camii yaparız. Ayasofya’yı müze olarak değil, cami olarak ziyarete açabiliriz. Bunu aşmak bizim için sorun değil aşarız.”

Ne demek bu sözler? Sanki fetih gerçekleştirecek bir üslup kullanıyor; zaten Ayasofya, Müslümanların ibadeti için fethedilerek, Müslüman Türk Milletine ve ümmete armağan edilmedi mi? Nasıl bir sapkınlık, Allah’ın lanetlediği hıristiyan dünyasını yüreklerinde büyüymüş olacaklar ki, yaklaşık 18 yıldır iktidarda bulunmalarına rağmen ilk icraat olarak böylesi kan hakkı Ayasofya’yı sorun yapabilmişlerdir?  

Hani CHP zihniyetine ve haçlı-siyonist egemenliğine karşılardı; hani dünya beşten büyüktü; hani Fatih Sultan Mehmed’e saygı duyulup vasiyetine sahip çıkılacaktı; hani Allah’tan başkasından korkulmamaktaydı; hani ecadadın tarihinden gıpta duyuluyor ve eserleriyle övünülüyordu?

Şüphesiz Ayasofya cami olarak açılarak, Fatih Sultan Mehmed Han’ın vasiyetini ALLAH tamamlayacak ve lanet ortadan kaldırılacaktır. Allah, böylesi bir ameli Hıristiyan dünyasının güdümündeki bir düşünceye nasip etmez.  Ancak tövbe edilip İslam’a dönüşülmesi istisna!   

Oysa Müslüman halka götürülecek bir referandum dahi yeterliydi. Ama gözü olup da cesareti olmayan bir imanın bulunmaması milletvekilliğini ya da temsilciliğini de dumura uğratmaktadır.  

Müslüman Türk Milletinin şanlı tarihine dönüşü ancak Ayasofya ile mümkündür! Dolayısıyla Ayasofya Müslümanlara kapalı bulunduğu sürece tutsaklığımızın sona erebilmesi imkânsız olduğundan atılan naralar ve yapılan şatafatlı güç gösterileri beyhudedir.

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak. En’am 112

Şehaddetten kaçmak…

ALLAH’a ve Müslümanlık şerefine apaçık bir ihanettir!

Yeni Zelanda’daki cami katliamı öyle bir imansızlığı açığa çıkardı ki, katliamcıya müdahale etmek yerine kaçıp kurtulmak isteyenlerin Müslüman değil yığın olduklarını ortaya koydu.   

Ancak müdahale sırasında şehit düşen Pakistanlı Müslüman ile saldırgana karşı canını hiçe saymak suretiyle kaçırtan Afganlı Müslüman ve anında hedef olmak suretiyle şehit olanlar istisna!

Şüphesiz İslam gibi taşınılan bir kıymetin bedeli vardır. Dolayısıyla o bedelinde karşılığı Allah uğruna canı feda etmektir. Ki, vatan-devlet-millet-bayrak için gösterilen cani-siper hassasiyet, İslam’dan daha üstün değildir!

Allah,  camileri doldurarak yüce zatına secde edenlerin gerçekte iman etmediklerini ispatladığı cami baskını bir imtihandı. Kendine sığınanlara azılı bir kâfiri musallat etmesi samimiyet ölçüsüydü. Lakin dünyadaki tüm Müslümanlara verdiği mesaj; sözde değil özde iman edilmesini; dünyayı ahiret için satan bir Müslümanlıkla şereflenilmesini; küfre karşı imanı galebe çalan bir sabırla sadece kendine güvenilerek mücadele verilmesidir. 

Bir Müslüman’ın saldırgan kâfirden korkarak kaçıp kurtulmaya çalışması apaçık bir imansızlıktır. Oysa silahlı o saldırgandan kaçmak yerine şehadete koşarak üzerine çullanmak Müslümanlıktır. Cepheyi terk ederek düşmandan kaçmak nasıl bir hainlik ve müeyyidesi idam ise, Yeni Zelanda’daki cami baskınlarından ve başka ülkelerdeki tehdit ve saldırılardan nefsi mazeretlerle kaçmakta aynıdır!

İslam düşmanı haçlı-siyonist azgınların İslam’ı hedef almaları fıtratlarının gereği gayet normal ve yaratıcı Allah’ın takdiridir. Zaten onların önderi şeytanın var olma nedeni Müslümanları yenilgiye uğratabilmek değil midir? Asıl anormal olan; Müslüman olduğunu söyleyenin azgın kâfirin gücünden çekinmesi, silahlarından korkabilmesi, ekonomik ve siyasi yaptırımlarından imtina etmesi; çıkar telaşına kapılması, Allah’tan ziyade onlardan kaygı duyması; umutlarını ve beklentilerini onlardan karşılamaya çalışması; huzur ve güveni onlarda araması; emniyeti onlarda bulacağını sanması; haktan değil batıldan gelecek bir barışa inanması; ölümün onların elinde olduğunu kanıksayabilmesidir.

Unutulmamalıdır ki,  ALLAH, izni olmadan şeytanın, canilerin ve teröristlerin musallat olamayacağını bildirmiştir. Dolayısıyla ihlâsa erdirilmiş kullarının hiçbirine menfi yani kötü olan hiçbir şeyi nasip etmez!

Ne var ki, Yeni Zelanda cami baskınından kaçarak kurutulanların ifadeleri öyle şok ediciydi ki, şehadetten savuşmalarının sevincini yaşamaktaydılar.

Maalesef her toplumun kendine özgü bir İslam anlayışı taşımasından Kur’an ve sünnet ya nefsi isteklere peşkeş çekilerek arzulara göre bir kısmı kabul edilmiş ya da yok sayılmıştır, bu sebeple zillete mahkûm olunmasından dilde olan ALLAH inancı kalplerde güven doğurmamıştır.  

Hıristiyan güdümünde bir Müslümanlığın olabilmesi her ne kadar imkânsız ise de, etiketi İslam İşbirliği Teşkilatı olan ülkelerin tamamı Hıristiyan dünyasının egemenliğine girebilmiştir. Yoksa geçmişte olduğu gibi günümüzde de Allah ve Resulü’nün ilkeleri hakim olurdu.

Ancak dünya nimetlerine şımararak kazanılan mallar, kesada uğranılmasından korkulan ekonomi yani ticaret, hoşlanılan ve gurur duyulan mesken, yapı ve eserlere bir halel gelmemesi adına ahirete şüphe içinde inanılıp iman edilememiş olmasından zayıf düşülmüştür.

İman etmiş bir Müslüman’ın hesabı nefsi hezeyanları değil, ALLAH ve Resulü’ne adanmışlık ve hükümlerine kayıtsız-şartsız itaattir. Ecelin gelmesiyle ölümden kaçıp kurtulabilmenin mümkün olamayacağı aşikârken, şehit olmak gibi ebedi bir dirilik varken yatakta ölmek bir Müslüman’ın şirazesi olamaz. Dolayısıyla ALLAH’ın hükümlerine karşı ittifak kurulmuş bir dünyada Müslüman olabilmek ancak şehadetiyle orantılıdır. Aksi takdirde hesap öyle çetindir ki, ne pişmanlık ne de bir tövbenin faydası olmayacaktır.  

Peygamber Efendimizin “ALLAH’ın kılıcı” yaftasıyla ödüllendirdiği ve İslam egemenliğini yeryüzüne yayarak zalimin amansız hasmı olan ünlü komutan Hz. Halin Bin Velid, savaş meydanlarında şehit olmadığından öyle üzüntü içindeydi ki, hastalanarak ahirete göç edeceği anda başucundaki ashaba şöyle demişti.   

“Ömrüm savaş meydanlarında geçmiş ve hiç yatak yüzü görmemişimdir. Vücudumun herhangi bir organı yoktur ki, ok ve kılıç yarası almamış olsun. Lakin canım yatakta çıkıyor. Müjdeler olsun; ALLAH yolunda savaşmaktan kaçan korkaklara!”

(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. Ahzab 16

(Bazı insanlar:) «Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik» diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir. “ Nur 47 

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.”  Muhammed 31

Neymiş bedeli ağır olacak fatura!

O faturayı çıkaracağını düşündüğü haçlı-siyonist güçler tanrı mıdırlar ki, bilmiyoruz?

Öyleyse ALLAH kimdir; o tanrılara gücü yetmiyor mu?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın Cami olarak açılmasıyla ilgili öyle kıyametsi bir tablo ortaya koydu ki, sanki Müslüman Türk Milleti’ne cehennemin kapılarını açtı.

Kılıç hakkı olan ve binlerce mücahidin kanlarıyla fethedilerek Fatih Sultan Mehmed’in vasiyeti durumundaki Ayasofya’nın Cami olarak açılmasını bir tahrik ve bir oyun olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, lütfen söyler mi; kime karşı bir tahrik ve kimin tertiplediği bir oyundur ki, baş edilebilmesini imkânsız görebilmektedir.

İman ettiğini ifade ettiği Rabbi Allah’tan değil de kimden çekiniyor ki, “bu oyunlara gelmeyelim; bunlar bir tahriktir; bu tahrik unsurlarını bozalım diye özellikle bu açıklamayı yaptım” diyebiliyor?

Mitolojideki tanrılara mı inanılıyor ki, Ayasofya Camisinin açılacak olmasını lanet telakki edip tahrik ve oyundan söz edilebiliyor. Oysa asıl lanetin açılmamış olmasını bedduasıyla dile getiren Fatih Sultan Mehmed Han değil mi?

Ayasofya’nın açılmasını istemek duygusallıksa, açmaktan korkup kaçmak mı mantıkidir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın cami olarak açılması sonrası, dünyanın her tarafındaki camilerin başına gelebilecekler konusunda uyarılarda bulunması; ya Allah’ın camileri helak edeceğine ya da rakibi tanrılar tarafından yok edilebileceğine işaret vermektedir. Yoksa böylesi saçma bir bahanenin başkaca bir açıklaması olamaz!

Hâlbuki camiler, secde yapmak maksatlı Allah’a tapınma yerleri olduğuna göre; camiler Allah’ın evi değil de şer yuvaları olarak mı görülüyor?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya Cami’nin açılmasıyla ilgili başka düşünceleri olduğunu ve burada konuşulmaz gerektiğini söylemiş. Oysa hem Müslüman Türk Milleti hem de ümmet, Allah’a secde yapabilmek, Fatih Sultan Mehmed ve şehitlerin vasiyetlerini yerine getirebilmek için açılışını istiyorlar ise, başka bir düşüncenin hem Allah hem Resulü hem de ümmet adına hak olabilmesi mümkün müdür?

TV’de yaptığı röportajında diyor ki, “bunu aşmak bizim için sorun değil, aşarız ama getirisi-götürüsü nedir? Bunu da burada açıklamam doğru olmaz.”

Yapma Allahaşkına! Peygamber Efendimizin hadisinden bu yana Ayasofya’yı diğer bir ifadeyle İstanbul’u fethedebilmek için nice İslam orduları haçlı kapılarına dayanmış; hatta Eyüp Sultan Hazretleri de uğruna şehit düşen muttakilerden olma şerefine nail olmuştu. Sonunda Ayasofya’yı fethetmek Fatih Sultan Mehmed ve askerlerine nasip olmuşken, sorun nedir ve kimden korkuluyor ki, inşası dahi yapılmayacak İslam abidesinin kapısı açılıp içeri girilemiyor?

Diyor ki; “Bunları düşünmeden, hesabını yapmadan söylüyorlar. Kusura bakmasınlar, bunlar dünyayı tanımıyorlar. Muhataplarını bilmiyorlar. Onun için ben bir siyasi lider olarak, bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim.”

Oysa iman etmiş bir Müslüman’ın hesabı nefsi hezeyanları değil, ALLAH ve Resulü’ne adanmışlık ve hükümlerine kayıtsız-şartsız itaattir. Dolayısıyla açıklamalarından anlaşılan odur ki, Ayasofya’yı fethedebilmek için şehit düşenlerin düşünmeden ve hesaplarını yapmadan (haşa) pisi pisine dünyayı ahiret için sattıklarıdır.   

Bu nasıl bir gaflet, delalet hatta Fatih Sultan Mehmed ve ümmete yapılan bir ihanettir ki, Ayasofya’nın açılışını hıristiyanların bir tezgâhı olarak nitelendirebiliyor; Müslüman Türk Milleti’nin hıristiyanları tanımadığını belirtiyor ve siyasi bir lider olarak istikametini kaybetmediğini söyleyebiliyor. O istikametin haçlılar yolundaki taraflığın kaybetmek olduğu anlaşılmaktadır.  

Oysa Müslüman Türk Milleti, yüzyıllarca haçlılarla savaşmış, yüzbinlerce şehit vermiş, Ayasofya’yı fethederek iki cihanda taltif edilmiş, dünyayı iyi tanıyarak hıristiyan muhataplarını çok iyi bilmiştir. Dolayısıyla bilmeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti’dir!

Neden biliyor musunuz; dünyayı ekonomiden ibaret görmesinden ve çıkarı imanda değil parada aramasındandır.

Ayasofya’nın açılmamasıyla ilgili öne sürülen mazeretler tamamen şeytani olup, hıristiyanların rızasını kazabilmek amacıyla beddua ve lanete aldırmamaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Cumhur ittifakının seçimlerde kazanamamalarını beka sorunu yapıp da, onbinlerce şehidin kanıyla alınan Ayasofya’yı yapmamaları apaçık bir sömürücülük ve hıristiyan dünyasına teslimiyettir.  

O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.  O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.” Haşr 22-23-24

Neden sevinmesinler ki…

Onlar nezdinde Müslümanlardan başka terörist ve katledilmeleri meşru kim var ki!

Hıristiyan dünyasının ruhani lideri Katolik Papa Franciscus, Yeni Zelanda’daki camilerde soykırıma uğrayan Müslümanlara nasıl sevindiği; “Anlamsız şiddet eylemleri” açıklamasıyla kanıtlamıştır. Oysa İslam düşmanı o papa, ABD, Fransa, Belçika ve Filipinlerde gerçekleştiren saldırıların failleri sırf Müslümanlar olduğu gerekçesiyle “terörist saldırılar” ifadesini kullanmıştı.  

Gerçi haçlı siyonist ABD’nin zalim başkanı Donald Trump ve haçlı-siyonist AB’de aynı düşüncelerle Müslümanları katleden Hıristiyan caniye terörist demeyerek örtülü bir destekte bulunmadılar mı?  

Dolayısıyla onlara göre; katledilen Müslüman için “demokrasinin zaferi”; katleden Hıristiyan ise “haçlı şövalye”’dir.

Aslında gerek Papa’nın Hıristiyan teröristin soykırımına; ‘anlamasız şiddet eylemi’, gerekse ABD başkanının ‘berbat bir şey’ yaklaşımlarının şifresi, “zaten haçlı-siyonst uygarlığı için demokrasi ve hümanizm adına tek bir Müslüman bırakmamacasına ülkelerini işgal etmek suretiyle kadın-çocuk demeden katlederken, ortaya çıkılıp Hıristiyanlık uğruna Müslümanlara saldırılması, amaçlarının deşifre edilme kaygısından dolayı eylemine memnun kaldıkları teröriste kızma tiyatrosundan başka bir şey değildir.“

Aynı kaygı, taşeronluklarını yapan İslam ülke iktidarlarında, politika arenalarında ve medyalarında da olmakta, böylece İslam düşmanlarının ektikleri biçtirilmemekte, mukabelede bulunulmamasından vahşet ve zalimlikte sınır tanınmamaktadır. Eğer kendini Allah ve Resulü’ne, diğer bir ifadeyle hak ve adalete adamış bir Müslüman hesap sorduğunda karalanarak kınanmakta, onların inandıkları Kur’an aleyhli İslam’a zarar vermekle itham edilip ya ajanlıkla ya da teröristlikle yaftalamaktadırlar. Tıpkı bizzat yaşadığım olaylar ve IŞİD’li mücahitlerin gerçeği gibi!

Düşünebiliyor musunuz; acımasız ve amansız İslam düşmanı bir grup Hıristiyan, camileri basıp ibadet halindeki Müslümanları katlediyor, Hıristiyan Papa ve ABD, soykırımcı teröristler olduğunu dahi söylemekten kaçınarak sahiplenebiliyorlar. Ama sözde İslam ülkeleri ne yapıyor, Allah’ın hükümlerini egemen kılabilmek adına azgınlara karşı canlarını vererek savaşan mücahitleri ve tepki duyanları hunharca aşağılayıp iftira atabiliyorlar.

Neden münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğunu anladınız mı?    

Ki, o münafıklar, haçlı-siyonistlerden bile öyle daha berbattırlar ki, dünyevi çıkarlarını Kur’an ve ahiretten üstün tutarak bilmukabeleyi engellemeye çalışmakta, Allah’ın farz kıldığı karşılığı sözde Müslümanlar üzerinde oynanan bir oyun olduğu manipülasyonuyla küfrü haklı çıkarırcasına sinsice galebe çaldırmaya uğraşmaktadırlar. Çünkü her ne kadar dillerinde rızkı veren Allah ise, pratikte onları görmektedirler. 

Küresel dedikleri haçlı-siyonist aklın üstünde Allah’ın aklı yok mu ki, Allah’ın vahyettiğine ve aklına güvenmek provokasyon olabilsin? Dolayısıyla hamlede değil sürekli kendini kanıtlayabilme savunmasında bulunan Müslüman değildir!  

Ayrıca Allah’ın tartışılmaz emri ve cenneti vaat ettiği cihada neden karşı çıkıldığını biliyor musunuz; Hıristiyan uygarlığı için en büyük tehlike bulunmasından! Bu sebeple ekonomilerini yani rızıkları ve siyasetlerini Hıristiyan azgın güçlere peşkeş çekmiş bir riyakârlığın İslam olabilmesi mümkün değildir.

Allah’ın yeteceğine iman etmemiş bir Müslümanlık inancı öyle bir esarete sebep olmuştur ki, ne Kur’an ne de sünnetin uyandırıcı ikazları akidelerini yenememiştir.  Çünkü hevese yani nefsi arzulara uyulmuş bir Müslümanlığın şerefli ve Allah’ın desteğine duçar olabilmesi imkânsızdır!

Öyle ki, namı İslam İşbirliği Toplulukları olan İslam ülkeleri, neden Yeni Zelanda’da toplanarak bir yürüyüş gerçekleştirmediler ve ümmet birlikteliği vererek, haçlı-siyonistlere karşı gövde gösterisinde bulunmadılar? Oysa İslam’a alçakça saldırmalarından ölümü hak eden Charlie Hebdo için toplanan Hıristiyan Birliği,  Müslümanlara karşı bir yürüyüş düzenlememiş miydi?  Ancak Hıristiyanların köleliğini kabul etmiş Müslüman bir ülke mi var ki, cesaret edebilsin!

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 120

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. Maide 51

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142

“İşte Rablerinin emrine uyanar için en güzel (mükafat) vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka feda ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır!” Ra’d 18

Böyle bir İslam yok!

Dolayısıyla Müslümanlıkta olamayacağından nefsin güdümündekiler, şehadete koşup diri kalmaktansa sindirdikleri batıla güvenmelerinin bedeli olarak öldürülmektedirler.   

Oysa Müslümana ancak Rabbi uğruna şehit olmak düşer. Lakin İslam dışı düzenlerin hegemonyalığını kabul ederek, Allah’ın ilkelerine göre değil nefsi istekleri doğrultusunda inanan ve ibadet yapan sözde Müslümanlar, demokrasi ve hümanist manipülasyonuyla İslam düşmanlarını cesaretlendirmektedirler.

Bugün Yeni Zelanda’da yaşandığı gibi Hıristiyan-Yahudi- Budist ve Hindu egemenli ülkelerdeki ezeli ve ebedi Müslüman hasımlığı, İslam kimlikli sunî Müslümanların teşvikkârlıklarından başka bir şey değildir.

Kur’an ve sünnetten başka İslam yoktur ve öğretisi mümkün değildir. Ne zaman ki, Allah’ın koyduğu kurallar ve Resulü’nün sünneti olmaksızın bir dine inanılmışsa, o bir İslam değildir; ekilenin biçileceğine şüphe olmadığından zillete duçar kalınmaktadır.

Allah’ın tek ve hak dinini eğip bükerek batılla harmanlamak suretiyle din edinmek öyle bir şirk ve küfürdür ki, ne kadar inanılsa ve gece-gündüz ibadet edilmiş olunsa da hiçbir değeri yoktur.

Allah ve Resulü’ne iman etmiş bir Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun ve karşısındaki küfür ne kadar kuvvetli olursa olsun İslam’ı hakim kılabilmek için cihadla  emrolunmuştur. Ama hayvanlar misali karınlarını doyurabilmek için yemden başka bir şey düşünmeyen Müslüman kimlikli öyle bir çapulculuk doğmuş ki, asla mümkün olmayacak bir İslam anlayışı haçlı-siyonist boyundurukluğuna sokulmuştur.

Müslüman asla zillete mahkûm olmaz; iman etmiş Allah’ın gücü karşısındaki beşeri bir güce dayanamaz, güvenemez ve hükümlerini çıkar, geçim ve emniyet gerekçesiyle sindiremez; peşkeş çekemez.

Ne var ki, ABD, Rusya, Çin, Avrupa, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi nice küfür beldelerinde yaşayan Müslüman numunelerinin amaçları refah içinde hayat sürmek ve güya inandıkları İslam’ı da isteklerine göre yorumlayarak mastürbasyon çekercesine ibadet yapmak suretiyle esaretliği meşrulaştırmaktadırlar.

Oysa İslam’ın egemen olmadığı diyarlara giden Müslüman, öncelikle oraları fethetmek akabinde İslam esasları üzerine geçinmek, ticaret ya da siyaset yapma zorunlulukları vardır. Eğer aksi olsaydı, Firavunun karısı da şirki kabul eden bir inanca güvenir; dolayısıyla tanrıça sayıldığı ülkesinde ne kazıklara bağlanır ne de Allah uğruna kafası taşla ezilerek ölürdü.   

Öyle ki,, Müslümanların hükümete geldiği Mısır’ı düşünün. Ne var ki, onlarında Kur’an Müslümanı olmadıkları hükümeti zalimlere teslim etmeleriyle ortaya çıktı. Oysa babanın oğlu, oğlunda babasıyla Allah için savaştığı Peygamber ve sonraki İslam dönemleri ve Kur’an referans alındığında, Mursi idaresindeki Müslümanlar zalim Sisi ve taraftarlarıyla doğrudan savaşarak şehit olmaya koşmaları gerekirdi. Ama hümanist ve demokratik bir düşünceyle halkı zarar görmesin ve ölmesinler diye çatışmaktan kaçınmışlar; dolayısıyla hem idam edilmekten hem de halkı zalimlerin idaresine verme alçaklığından kurtulamamışlardır.

Allah için yaratıldığına inanmış bir Müslüman’ın, Allah düşmanlarını asla sindiremez, merhamet edemez ve bağışlayamaz. Bir uzlaşı söz konusu ise, mutlaka İslami şartların hüküm sürdüğü bir yaptırım mecburidir.

Gerek Hıristiyan- Yahudi gerek Budist-Hindu gerekse seküler-laik ülkelerde İslama karşı nefret, düşmanlık ve Müslümanlar aleyhine saldırı ve katliamlar olması gereken bir sonuçtur. Dost olabilmeleri, tahammül edebilmeleri, hak ve adalet bazında eşit bir paylaşıma razı gelebilmeleri mümkün değildir.  

Onlar nasıl inançları gereği Müslümanlara karşı acımasız bir düşmanlık içindeyseler, Müslümanlarda bilmukabele de bulunarak cihad etmeleri tartışılmaz bir farzdır. Ancak haçlı- siyonistlere ruhlarını satarak kendilerine fiyat etiketi koyan İslam kimlikli hükümetler ve topluluklar, fani menfaatleri uğruna öyle şeytanlaşmaktadırlar ki, demokrat ve hümanist düşünceleriyle fasıklıklarını örtbas etmektedirler.    

Bu sebeple azılı İslam düşmanı Donald Trump’ın Yeni Zelanda’daki katliamı kınaması ne ise, Müslüman görünüşlü lider ve hükümetlerin kınamaları odur. Halbuki tüm Müslüman liderler, Yeni Zelanda’ya giderek hem camilerde ölen Müslümanların cenaze namazlarına katılmalı hem de ümmet adına gövde gösterisinde bulunarak caydırıcı olmalıdır.

Lakin ümmet aşk ve tazimin olmadığı bir inanç düzeyinde korkak satılmışlardan Allah adına bir davranış beklenemez!  

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36   

Abartı öyle ateş olmuş ki…

Söndürecek suyun önüne engel konulmasından daha da yakıcı bir alev insanoğlunu sarmış ama acının sürekliliği güncellenmemiş olmasından anlaşılmamaktadır.  

Serap gören yığınlar, tabu haline getirdikleri idollerini yere göğe sığdırmayarak fayda verici kurtarıcı yapabilmeleri, tıpkı yağmur yağmaz kupkuru çöllerin abartılarla yeşillendirilmeleri ve şırıl şırıl akan ırmaklarla doldurulmaları gibidir. 

Abartılar karşısında hidayete ermiş kimi insanlar, gözlerini kapayıp hiçbir şey duymak ve görmek istemez, yalan olan her şeyi silmek, kaynayan ve karmaşa oluşturan abartısal yansımaları durdurmak ve baştan çıkarıcı nefsi alevi söndürerek izole olmak ister. Lakin abartıların meşrulaştığı düzen içinde hakikat haykırıldığında ise, çevren hatta en yakının tarafından bile itilip kakılarak davalarına zarar vermekle kınanır; kendini kızgın ateşle dondurucu soğuğun bir arada yaşandığı ya münafıklıkta bulursun ya da ölüm gelip götürünceye kadar kararlılıkla sabredersin.  

Birçok farklı düzenlere, medeniyetlere, ülkelere, görkemli şehirlere, yoksulluklara ve kültürlere ev sahipliği yaparak eceli gelenleri yani süreleri dolanları eserleriyle birlikte yok eden dünya, bugünde, gelecekte de aynıdır. Zaman dilimi içinde yanar dağlardan fışkıran alevli lâvların gökyüzünü sarması; küllerin güneşi örterek yeryüzünü karanlıklara boğarak yakması tesadüf değil tevafuktur. Göklerin kararması, havaların soğuması, şimşeklerin çakması, kasırgaların canlıları, araçları ve evleri uçurması, hortumların dehşet saçması, büyük depremlerin yerleri sarsarak canlı ve cansız her şeyi yutması tekerrür edecektir. Açlık ve kıtlığın silip süpürmesi; denizlerin karaya binerek, dağları yutacak büyüklükteki dalgaların kıtalara vurarak yumruk gibi inmesi; şehirlerin sular altında kalarak insan ve hayvanları toplu halde boğması kader süreci içinde oluşan güncellemelerdir.

İnsanı abartıya götüren, denetleyemeyip mani olamadığı olaylar ya da baş edemediği eksiklikleri kamufle edebilme hilesidir. Dolayısıyla çoğu kez motivasyon amaçlı kullanılan abartılar, tıpkı mum gibi kısa sürse de yeni abartılar süslenerek devreye sokulur ve hedef başka yerlere çekilir.  

Asıl ilginç olan ise, dirilerden ziyade ölülerin abartılarak gündemde tutulmaya çalışılmasıdır. Oysa yerlere göklere sığdırılmayan ölünün abartılacak neyi kalmış olabilir ki, tanrılaştırılırcasına vazgeçilmez kılınabilmektedir?

Allah’ın lütfettiği bilgileri ve yetenekleri kendi özgür yahut cüzi iradesinden zanneden insan, sığındığı abartılarla hakikatten kaçmaya çalışsa da kaçıp kurtulamamaktadır.  Dolayısıyla yaratılmış olduğunu yok sayarcasına şeytan misali kendin ciddiye alması yaratıcısına karşı kibirlenip asi olabilmesini tetikleyerek, nefsi düzen kurma ütopyasına götürmektedir.   

Oysa insan acizdir, zayıftır ve yaratıcı Allah’ı dilemedikçe yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ancak Allah’ın emanetsi verdiği imkânlardan şımararak kendini abartır ya da yığınlarınca öyle abarttırır ki, iman ettiği Allah’ı dahi küçük görürcesine her şeyi bildiğini, ufkun ötesini görebildiğini ve gücünün karşısında durulamayacağı bahisle gerçeğe yani kadere kulaklarını tıkar.

Bazen olaylar öylesine gelişir ve insan çıldırır ki, tıpkı yoğun bir yangının havadaki oksijeni tutuşturup yangın fırtınalarına ve rüzgârın etkisiyle türbülanslara sebep olması gibi, küçüğünden büyüğüne, cahilinden bilgilisine kadar herkes manyaklaşır ve sapıtır. Böylece hayatında düstur edindiği abartıdan geriye hiçbir şey kalmayıp, Allah karşısında zerreci bir mahlûk hatta bir hiç olduğunu arzu etmese de kabullenmek zorunda kalır.

Yaşanan olaylar her ne kadar insanların iradelerince yapıldığı düşünülse de, “bir bilgi”ye göre gerçekleştiği; insan veya diğer canlılarında etkisel sebep ve araçlar olduğu tecrübeyle sabittir. Bilinmeyen o bilginin ne olduğu gizemi de söz konusu kader akışının içinde saklıdır. Abartı ile gerçek, kadersel verilerin doğruluğunu kanıtlamakta ve bu arayış içinde doğru sonuca da, ancak hidayetsel bir yönlendirmeyle ulaşılabileceği ortaya çıkmaktadır.

Yeryüzündeki o kadar çok abartı ve sesten dolayı hakikati bulabilmek fevkalade zor olsa da, Allah’ın hidayetiyle kolaydır. Neden kolay olan zorlaşabiliyor diye sorulacak olursa, Allah’a değil, fayda yahut zarar verme gücü bulunmayanlara umut bağlanmasındandır.

Bu öyle bir kurgudur ki, bunu ne bilimle, ne fizikle, ne bilgiyle, ne mantıkla, ne iradeyle, ne parayla ne de iktidarla anlayabilmek mümkündür. Ancak Allah’ın takdiriyle samimi bir aşk, tazim ve kayıtsız-şartsız teslimiyet söz konusudur.  Haksız ve adaletsiz olunduğu halde hak ve adalet aranır; hain ve nankör olunduğu halde merhamet ve sadakat beklenir, azgın olunduğu halde affedilmek istenir; abartıcı olunduğu halde dürüstlük ve gerçekçilikten bahsedilir.  Hâlbuki kötülerin en kötüsü, zalimlerin en zalimi olunabileceği düşünülerek iğnenin önce kendine batırılması asla istenmez.

Sebepler zincirinin bir halkası ve kul olunduğu tumturaklı kabul edildiği an, abartılardan ve benlikten arınılarak hidayete kavuşulabileceği kuvvetle muhtemeldir.  Her neyin içinde isen, mutlaka onu dürten bir faktör olduğunu unutmamalı ve masumiyet olgusuna kapılarak temiz olduğunu iddia etmemelisin.  Çünkü fıtratı günahkâr bir ölümlünün masum olabilmesi mümkün değildir.

Ateşi nasıl su söndürürse, abartıyı da ancak kulluk, sabır ve şükür söndürür. Lakin dünyadaki ateşe yaklaşmaktan korkanın alevi söndürecek bir su olabilmesi mümkün değildir. Ne var ki, ateşin üstüne bir iki damla su serperek ateşi öncesinden daha parlak hale getiren abartıcılardan dolayı yangın söndürülememektedir.    

Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?  Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” Saff 2-3

“Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” Al-i İmran 77

Yem yine kadın!

Kadının özgürlük, çağdaşlık ve ekonomi adına hunharca sömürülerek nefislere peşkeş çekilmeleri her ne kadar İslam’ın gelişiyle birlikte son bulması gerekirken; günümüz geçmişten daha beter durumdadır.

İslam öncesi kadın fiziki şiddete maruz kalıp cinsel bir meta ve esir olarak kullanılırken, bugün fitnenin bayraktarı yapılarak Kur’an ve sünnete karşı nefsin sembolü olmuştur.  Dolayısıyla şeytan vesveseleriyle nasıl Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı cennetten kovdurmuş ise, günümüzde de oltaya takacakları kadın fıtratından başka bir yemleri olmadığından Mutlak İrade’yi tuşa getirebilme hırsları bitmemektedir.

Gerek erkek gerek kadın olsun İslam ile gelen; “Toplumsal Adalet Eşitliği” idi. Lakin Allah’ın indirdiği ve Peygamberin tatbik ettiği adaletten yana olmayanlar, İslam düşmanlıklarını “Toplumsal Cinsel Eşitliği” gibi bir safsatayla galebe çalmaya çalışmaktadırlar.

Oysa toplumsal bir cinsel eşitlik ancak yaratıcı bir iradeyle mümkündür. Kadın ve erkeğin fıtratlarını ayrı ayrı yaratan ve her bir kadın ve erkeğin kaderini uhdesinde tutan Allah’ın tahtı ele geçirilmeden sağlanabilesi imkânsızdır.

Gerçi onlarda biliyorlar ama akılları karıştırmak, kalplere şüphe ve tereddüt düşürmek ve kadının fendiyle İslam’ı yenmek gibi bir amaç gütmelerinden hezeyanlarıyla şeytanın adımlarını takip etmektedirler.

Bakın nasıl bir şeytanlık içindeler; “Roller çoktan değişmiş; izlediklerimiz neden değişmesinmiş; cinsiyetlere dair kalıp yargılar ortadan kaldırılmalıymış.”

Hâlbuki kader ne ise rollerde odur! Dolayısıyla ne dün ne bugün ne de gelecekteki roller ancak kaderin hükümdedir ve değişecek olması da kaderdeki yazılımdan başkasınca gerçekleştirilemeyeceğinden ulûhiyet sahibi sadece Allah’tır.  

 

Cinsiyete dair kalıp yargıları ortadan kaldırabilmek için yeni bir fıtrat ve yaratıcı gereklidir. “Toplumsal Cinsel Eşitliği” savunuculuğunu yapan cambazlar,  diledikleri vasıfta insan mı yaratmışlar ki, Allah’ın yarattığı fıtrattaki cinsellik ortadan kalkabilsin?  Diğer taraftan kadınlar mı erkek olacak, yoksa erkekler mi kadın cinselliğindeki eşitliği, mukim kılacak?

Ki, erkekler ya da kadınlar, kendi cinsiyetleri arasında eşit midirler ki, kadın ile erkeğin cinsel bir eşitliği olabilsin? Ayrıca kimsenin cinsiyetinden şikâyet etmediği sadece İslam’ın hükmettiği adaletin gerekliliğini talep ettiği malumdur.

Öyleyse sorun olarak gösterilen cinsiyetler arası eşitsizlik; ekonomik ve siyasi hayattaki durumlar doğrudan adaletle orantılıdır. Sömürü odağı haline getirilen kadınların ekonomik ve toplumsal hayatta ve karar alma mekanizmalarında yer almamaları tamamen yalandır. İslam’ın kadına getirdiği saygı, ekonomik ve toplumsal hayattaki karar alma yeteneğine bir dayanaktır.

Kadının iffetini dolayısıyla narinliğini, analığını ve saygınlığını bozabilmek için toplumsal cinsiyet eşitliği manipülasyonuyla iş gücüne katılımını sağlama söylemi öyle art niyetlidir ki, hem kadına ekonomik bir meta olarak binmek, hem aile içindeki huzursuzluğu körüklemek, hem aile birliğini bertaraf etmek, hem imansız nesillerin yetişmesini sağlayabilmek amaçlıdır.

BM’ce 2015 yılında kabul edilen “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” fikrine atlayan halkı Müslüman, devleti seküler-laik olan ülkeler olduğunu biliyor muydunuz? Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi arasında yer alan toplumsal cinsiyet eşitliğinde kadının odak haline getirilmesi doğrudan İslam’dır!

Ne demektir, cinsiyet eşitliği hedefi gerçekleşmeden başarıya ulaşamayacağı anlayışı? Yani ekonomide kalkınma ve rızık kadının inisiyatifinde midir?  

Farkındalık ancak yaratıcılıkla mümkün olur. Dolayısıyla yaratıcı olmaksızın yaratıcı bir bakış açısı da olamaz!

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!“ Araf 54

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” Casiye 18  

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için Saliha kadınlar itaatkardır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.  Nisa 34

Skandal…

Kan ve ölüm değildir! 

Diğer bir ifadeyle; kötülüklerin elçisi şeytan ve adımlarını takip eden suçluların yaptıkları; kaderleri kötülükle yazılmış olan azgınların infial uyandıran düşünce ve davranışları, nefislerce hoş görünmeyen, dehşet saçan, utandıran, küçük düşüren, benliği aşağılayan olaylar skandal değildir.

Mesele kimin beğenmeyip hoşuna gitmediği şeylerin yapılmış olması, hainlik edilmesi, nankörlükte bulunulmasıdır. Önemli olan kulun değil o kulu yaratanın bir şeyden razı olmasıdır. Zaten Allah’ın hoşnut olduğu şeyi insanda içselleştirir. Dolayısıyla nefis odaklı insan yahut hayvan sevdalısı olmak, memleket, devlet ve millet hizmetinin yaratıcı Allah’tan daha sevgili tutulması bir skandaldır.

Yoksa mahlûka karşı işlenen vahşetler;  insanların kulağından başlayarak tüm boğazını saracak şekilde kesilmeleri; karınlarını yararak bağırsaklarının çıkarılması; cinselliğe yapılan tecavüzler ve organların parçalanması; gözlerin oyularak burunların ve başın koparılması; kolların ve ayakların kesilerek çeşitli yerlere dağıtılarak halka korku ve panik verilmesi; isyanın ateşlendirilmesi ve sayısız komplolar düzenleyerek ayaklanmalar çıkarılması; insanları açlığa ve kıtlığa mahkûm edilmesi; fitne saçarak yağma ve yıkımlarla asayişin bozulması; dolayısıyla akla-hayale gelmeyecek pisliklere yol açılması mıdır skandal?  

Rivayet odur ki, Hz. Musa devrinde evli ve çocuklu bir kadın, nefsinin azgınlığına karşı koyamayarak kocasını bir başkasıyla aldatarak zina yapar. Bir müddet sonra hamile kalır ve günü geldiğinde çocuğu doğurur. Bebeğin doğuşuyla birlikte dayanılmaz sıkıntılara duçar kalıp, lanet telakki etmesiyle onu boğarak öldürür. Cesedi de bir sirke küpüne koyup eritir ve o sirkeyi de ahaliye dağıtmak suretiyle içirtir. Aradan günler geçtikçe baş edemediği sıkıntılar kendisinde amansız yaralar açar. 

Ne yapacağını bilemez halde dolaşırken Hz. Musa ile karşılaşır. Der ki; “Ya Musa; ben çok büyük bir günah işledim. Allah beni affeder mi?”

Hz. Musa; “Söyle ya kadın; işlediğin günah nedir?” sorar.

Ancak kadın, anlatmaya cesaret edemeden Hz. Musa’nın yanından kaçarak uzaklaşır.

Ertesi gün tekrar Hz. Musa’nın karşısına çıkarak aynı soruyu sorar ama yine itiraf etmeden dönüp gider.

Bu durum birkaç kez tekrarlandıktan sonra daha fazla tahammül edemeyip Hz. Musa’ya anlatmaya başlar. “Ya Musa! Ben evliyim; yabancı bir erkekle zina yaptım ve bir çocuk doğurdum. Kocama karşı mahcubiyetim had safhaya ulaşınca bebeği boğarak öldürdüm ve cesedini de bir sirke küpünde eriterek ihtiyaç sahibi ahaliye dağıtarak sıkıntılarımdan kurtulmak istedim.”

Hz. Musa kükreyerek; “Ya kadın! Sen büyük bir günahkârsın; basığın toprağa dahi değinilmez. Sen böylesi korkunç bir günahınla nasıl olur da Allah’tan bağışlanmayı beklersin; bu nasıl bir cüretkârlıktır; yıkıl karşımdan!”

Hemen yüce ALLAH, Hz. Musa’ya seslendi. Malum olunduğu üzere Allah, Hz. Musa ile aracı olmaksızın yani Hz. Cebrail’i aracı kılmaksızın doğrudan konuşurdu.

“Ya Musa! Af dilemek için gelen bir kulumu nasıl kovarak geri çevirirsin? O pişman olup tövbe için yakarıyor. Onun işlediği günahlarını affettim; ancak bana secde etmeyerek hükümlerime şirk koşan kullarım bilmelidirler ki, bu kadından çok daha büyük günah içindedirler. Bana karşı kibir gütmelerinden hesapları çok çetin olacak ve şeytandan farksız ebedi bir azapla yüzleşeceklerdir.”  

Bu sebeple Allah’ı inkâr eden, hükümlerini eğip büken, buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenmek suretiyle secde etmeyenden daha beteri yoktur. Ona bir insan gözüyle bakılamayacağı gibi ne sözüne ne şahitliğine ne de yöneticiliğine itibar edilemez. Dolayısıyla bedeni insan sanıp yaratıcısı Allah’ın ve taşıdığı ruhunun içine inmeyenden daha vahşi ve suçlu olandan başkası aranmamalıdır.

Batılın Hakka ya da küfrün İslam’a savaş açmış olması skandal değildir. Skandal odur ki, Müslüman olduğunu söylediği halde namaz kılmayan, Allah’a iman etmeyerek helal saydığını haram, haram saydığını helal kabul eden ve itaat etmeyendir. Ya Müslüman’ın,  küfrün karşısında korkarak şehadete koşmaması fasıklık değil de nedir? Oysa Allah’a iman etmiş bir müminin nefsi gerekçelere sığınarak küfür ehline boyun eğebilmesi mümkün müdür?

Dolaysıyla seküler-laik odaklı demokrat ve hümanist gözlemli hizmet nedir bilir misiniz; öldürdüğü bebeğini sirke küpünde eritip ihtiyaç sahiplerine dağıtarak içiren kadının hizmeti gibidir!

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24  

“Dünya hayatını ahirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.” İbrahim 3

(Resûlüm!)Sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin? Zuhruf 40

Kibir yani gurur öyle bir felakettir ki…

Diğer felaketler masum kalır!

Kibir öyle bir zehirdir ki, şifası asla mümkün olmayan bir benliktir.

Kibir öyle bir şirktir ki, affı imkânsız bir şeytanlıktır.

Kibir öyle bir beladır ki, nefse galebe çaldıran bir asiliktir.

Kibir öyle bir düşmanlıktır ki, yaratıcı ALLAH’a karşı bir şımarıklıktır.

Kibir öyle bir övünçtür ki, kula hâkimiyet veren bir yüceltmedir.  

Kibir öyle haddi aşmaktır ki, ölüden bile medet umdurandır.

Kibir öyle bir manipülasyondur ki, kötüyü iyi gösterendir.

Kibir öyle bir hainliktir ki, yaratıcıya karşı dirençliktir.

Kibir öyle bir gösteriştir ki, zaferi, başarıyı, kazanımı nefse bağlayandır.   

Kibir öyle bir alçaklıktır ki, yaratılmışı yaratıcıdan daha mükemmel göstermedir.

Kibir öyle bir cakadır ki, strateji, proje ve tedbirle takdire çalım satmaktır.

Kibir öyle bir rezilliktir ki, ulaşamadığı, çözemediği ya da altından kalkamadığını karalamaktır.  

Kibir öyle bir cehalettir ki, daha iyi bildiğiyle böbürlenmektir.

Kibir öyle bir zulümdür ki, bozgunculuğun ta kendisidir.    

Kibir öyle bir nefistir ki, ahirete değil dünyaya; bakiliğe değil faniliğe; ruha değil bedene; yaratıcıya değil yaratığa odaklanmaktır.

Kibir öyle bir günahtır ki, diğer günahlar gibi bağışı olmayan bir cehennemliktir.

Kibir öyle bir suçtur ki, hiç ölmeyip daima diri kalarak cezalandırılacak bir ateştir.

Kibir öyle bir aşktır ki, nefse yani yaratığa sevda duymaktır

Kibir öyle bir nankörlüktür ki, verenin yaratıcı değil iradesi olduğuna inanmaktır.   

Kibir öyle bir zillettir ki, yaratıcı ALLAH’a değil yaratık insana hizmet ve kulluğu sevgili bulmaktır.

Kibir öyle bir hümanistliktir ki, en iyi değerlerin, karakterlerin ve davranışların ALLAH’ta değil insanlarda olduğudur.

Kibir öyle bir demokratlıktır ki, iradenin ALLAH’ta değil insanda ve en yüce kararın insan iradesiyle gerçekleşeceğidir.    

Kibir öyle bir gururdur ki, yaratıcıyı beğenmeyip dışladığı gibi hilkatteki eşlerini de rakip kılarak her şeye hükmetmek istemedir.  

Kibir öyle bir sinsiliktir ki, yaratıcı ile yaratık arasındaki ikiyüzlülüğün karmaşalığıdır.   

Kibirle, diğer bir ifadeyle gururla özleşmesinden ebedi cehenneme gark olan ve kötülüğün elçiliğiyle yaftalanmış şeytanın durumuna bakıldığında; insan gibi yaratıcısı ALLAH’ı inkâr etmediğini; ortak koşmadığını; ateşten yaratıldığını öne sürmekten öte Rabbine karşı gelmediğini; hükümlerini evirip çevirmediği ve ALLAH’tan başkasını Rab olarak tanımadığı Kur’an ile aşikârdır.

Şeytan, aldığı izin gereği kime hizmet etmekle yükümlü kılınmış; nefse yani insana!  Peki, seküler-laik güdümlü demokrat ve hümanist siyasilerde şeytan misali nefse yani insana hizmeti duçar edinmişler ise, şeytandan farkları nedir?  

Gururun bir kibir olduğu gerçeği öyle manipüle edilmiş ki, dille zikredilmekten kaçınılan kibrin yerini gurur alarak insanın sözde azameti sürdürülmüştür. Dolayısıyla insan gururu bir kibir olduğundan insana hizmet öyle yüceltilmiş ki, hileli bir yönlendirmeyle ALLAH’a hizmet lafzıyla kibir örtbas edilmeye çalışılmıştır.

Allah’ın indirdiği hükümleri beğenmeyip rehber edinilmekten kaçınılması apaçık bir kibirdir. Bu sebeple yaratıcısı Allah’a hizmeti devlette yani siyasette yerine getirmeyenin yarattığı kulu insana karşı hizmette bulunabilmesi mümkün değildir. Ancak süslü ve yaldızlı sözlere kanılmasından kendini vazgeçilmez bulunan insan, insanları öyle aldatıyor ki, ektiğini biçen insan yaratıcısı Allah’tan yardım ve destek görmemekte; böylece hilkatlerince güdülmeyi paye ve kurtuluş sanarak beterine mahkûm olmaktadır.

Benlik iddiası, beğeni toplayabilmek için kalkışılan söz ve davranışlar, kazancın iradede görülmesi, övgü kazanılması, diri ve ölülerin anılarak sultalaştırılmaları öyle kibirdir ki, kibrin başkaca bir kanıta ihtiyacı bulunmamaktadır.  

“İman edip iyi işler yapanlara (Allah) ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çeviren ve kibirlenenlere gelince onlara acı bir şekilde azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar. (Kendilerini Allah’ın azabından kurtaracak bir kimse bulamazlar.) Nisa 173

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız! “ Araf 40

İnsanlardan bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve (vahye dayanan) aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde, sırf Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir rezillik vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız. Hac 8-9

“Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette «Kötülükler benden gitti» der. Çünkü o şımarıktır, kibirlidir.” Hud 10

Demokrasi küfürdür…

Cumhuriyet ise caizdir!

Demokrasi ile Cumhuriyet düşüncelerinin paydaş ya da muadil gösterilmesi fevkalade yanlış ve yalandır.

Demokrasi, insan iradesini hakim kılan bir yönetim şekli; Cumhuriyet, insanın kendi yöneticisini seçmesidir. Dolayısıyla demokrasi bir şirk; Cumhuriyet ise İslam ile uyumludur. Ancak ilkesi seküler-laik olan bir Cumhuriyet din dışı olduğundan demokrasi misali bir şirktir.

Peki, demokrasi düşüncesinin İslam ile bağdaşabilmesi mümkün müdür diye sorulacak olursa kesinlikle imkânsızdır. Çünkü nefsi galebe çalarak kulun isteklerini ve kararlarını öne çıkaran demokrasi, Allah ve Resulü’nün hükümlerini doğrudan dışlamasından varlığına izin vermemektedir.  

Allah ve Resulü gerek din gerek siyaset gerek ticaret gerekse sosyal ilişkiler için bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir insan hiçbir şart ve koşulda o işle ilgili herhangi bir seçim ve inisiyatif hakkı bulunmamaktadır. Velev ki otoritesi altında olduğu devletin, yasaların, bağlı olduğu milletin, liderinin, yöneticisi gibi amir ya da ebeveyninin zorunluluğu veya hatırına olsa dahi!

Çünkü Allah ve Resulü’ne iman etmiş bir Müslüman’ın başka bir ipte yürümesi, bağlılık göstermesi, dayanıp güvenmesi, doğruya kavuşacağını umut edebilmesi haramdır. Güvene ve itibara layık sadece Allah’ın ilkeleridir.

Takdir edileceği üzere; birbirlerine tamamen zıt ve düşman olan din, düzen ve fikirleri uzlaştırmak ve aynı çatı altında toplamak fıtraten asla mümkün olmayan bir manipülasyondur. Her ne kadar demokrasi düşüncesiyle üstesinden gelinebileceği ya da bütünlük sağlanabileceği iddia edilse de, nefsi çıkarlara dayalı bir uzlaşının doğurduğu yanılgı avunulmaya neden olmaktadır. 

“Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder.” Gazali

Demokrasi, seçimde en çok oyu alan adayın seçilme ilkesi olarak manipüle edilse de, esasen insan iradesinin üstün sayıldığı yani Allah’a karşı nefse kanun çıkarma yetkisinin tanındığı bir şirktir. Zaten cumhuriyet düşüncesi, seçme ve seçilme hakkını teminat altına almaktadır.  

Temsilci yani vekil olarak yaratıcı Allah’ı ve indirdiği hükümleri değil de yaratık insanı ve nefsaniyetini güden demokrasi, müminler aleyhine nasıl bir hile olduğu da varlığıyla kanıtlıdır.

Demokrasi fikri, milattan önce 5. Yüzyılda Eski Yunanlılarca ortaya çıkarılmış olduğu halde çağdaş; Kur’an ise 7.Yüzyılda inmesine rağmen ilkel ve kabul edilmez bulunabilinmektedir.

Demokraside vatandaşlar nefsi olarak doğrudan ya da temsilcileri vasıtasıyla hükümette yer alırlarken; İslam da ise Allah adına hükümette yer almaktadırlar. Dolayısıyla siyasette, ekonomide, dinde, kültürde, etnik ve yasal eşitlikte İslam’ın vermediği ne vardır ki, hak, adalet ve vicdan tanımaz demokrasi düşüncesi ehven olabilsin! 

İslam’da hukuk üstünlüğü yok mudur?

Ancak yaratıcı Allah’a olan kulluğu reddeden demokrasi, özgürlük yalanıyla insana insanı kul yaptıran öyle bir manipülâsyondur ki, demir zincirlere mahkûm köleliği altın prangalara bezemek suretiyle oluşturduğu algıyla nefsi mukim kılmaktadır.

Esasen demokrasi diye halka mastürbasyon yaptırırlar, halkı güden güçler ise saltanatlarında meze olarak kullanırlar.  

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılan her anlayış fitnedir; dolayısıyla böylesi bir fitneyi meşru sayan millet ve devletlerin tamamı bilinçli ya da bilinçsiz ateisttirler. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar yaratıcı Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını kabul etseler de, özümsedikleri demokrasi anlayışlarından ötürü küfür ehlidirler. 

Sözde Müslümanlar, demokrasi düşüncesiyle tıpkı Hıristiyan ve Yahudiler misali “Tanrı gökyüzüne yerleşmiştir, yeryüzünün yönetimi insanlara aittir ve mutlak hâkimdirler, sıkıştıklarında tanrıyı etkileşmeye sokarak dilediklerini yaparlar” paradoksal bir inanç içendedirler. Zaten hâkimiyetin kayıtsız-şartsız insanda olduğunu vurgulamıyorlar mı?

Demokrasi düşüncesi fitneyi öyle yaygınlaştırıp meşrulaştırmaktadır ki, hem suça azmettirmekte hem de Allah’ın hükümlerine karşı nefse galebe çaldırmak suretiyle hak ve adaleti biçip asiliği körükleyen nefsi bir hezeyan olmaktadır.  

Bu sebeple iman etmiş bir Müslüman için ne seçimin ne oylamanın ne çoğunluğun vereceği bir kararın önemi vardır. Çünkü o, Kur’an ve sünnete iman ederek seçimini yapmıştır ve yalnız başına kalsa da Allah ve Resulü’nün sözü ve ilkesinden öte hiçbir hükme boyun eğmez; müsamahada bulunmaz; saygı gösteremez.

Yeryüzünde bulunan ağaçtaki bir yaprağın yere düşmesi dahi ALLAH’ın iradesiyle gerçekleşiyorsa; ölümlü insan kimdir ki, daha iyi bilen olarak kararları kabul edilebilinsin!

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

(Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. Bakara 107

“De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” İsra 84

“Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.” Müminun 88

Sigara haram değildir!

Ki, Allah ve Resul’ünün haram kılmadığı bir şeye haram demek, iftiranın hatta kâfirliğin ta kendisidir.

Haramı belirleme hak ve yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Kesin olarak yasaklanmış veya serbest bırakılmış fiiller bizzat Allah tarafından belirlenmiş ve bu yetki sadece O’na tahsis olmasından peygamberler dâhil hiçbir beşer önüne geçercesine hüküm veremez. 

Şu gaflete, delalete ve ihanete bakın ki; Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ”Dünyada ve ülkemizde yıllarca ‘haram’ denilmediği için dikkate alınmayan sigara bağımlılığından insanlığı kurtarmamız lazım. Sigara haramdır ve her birimiz sigaranın haram olduğunu milletimize anlatmalıyız” yönündeki şirksel sözlerinin ardından ünlü ilahiyatçılar Hayrettin Karaman, Cevat Akşit, Necmettin Nursaçan ve Faruk Beşer de sigaranın haram olduğu konusunda fetva verebilmişlerdir.

Diğer bir ifadeyle demişler ki, Allah geleceği bilmez ve bugüne kadar Allah ve Resulü’nün’ cehaletinden dolayı haram sayılmayan sigarayı haram kılarak insanlığı kurtarabilmek için fıkıh çerçevesinde millete anlatmaya karar almışlar.

Peki, fıkıh nedir; İslam hukuku demektir. Yani bir şeyi hakkıyla bilmek, idrak etmek ve kavrayabilmektir.   

Öyleyse kaynağı vahiy ve sünnet olmayan bir İslam Hukuku mümkün müdür? Ya da Allah ve Resulü’nün akıl erdiremediği ve açıklamadığı ne vardır ki, söz konusu ilim erbapları öne geçerek, tıpkı Hıristiyan rahipler ve Yahudi bilginler misali ahkâm kesebilmektedirler?

Sigaranın zararlı ve israfı içermesi başka bir şey, Allah’ın hükmü olan haramlığı ise bambaşka bir şeydir. Dolayısıyla zararlı şeylerde haramlık ilkesi savunulamaz; çünkü haram hükmünü koyma inisiyatifi sadece Allah’a mahsustur. Ki, sağlığı tehdit eden helal bir gıda ve içecekten fazla yenmesi ve birçok şeyin zararlı olmasını nasıl haram sayabilmek mümkün değil ise; haram olan gusül abdestinin alınmamasını zararsız olması münasebetiyle helal kabul edilebilmekte mümkün değildir.  

Mesele kişinin ya da çevrenin uğradığı zarar baz alınarak nefsi yani maddi kabulü değil, Allah’ın ilkesi doğrultusundaki yasağın manevide olsa temel alınmasıdır.   

Sarhoşluk, uyuşturuculuk, sersemlik vermeyen ve muhakeme yetisini yok etmeyen sigaranın haram olmasıyla ilgili Allah ve Resul’ünden hüküm gelmemişse, yorumlarla fetva verenlerin sözlerine itibar edilemez; ki, onlar tamamen hümanist odaklı bir sapmanın bayraktarlarıdırlar.   

Oysa Allah’ın indirdiğiyle hüküm vermemek; seküler-laik düşünce ile siyaset yapmak demokrasi gereği hâkimiyetin insanda olduğunu savunmak; put üzerine yeminler düzmek; Allah ve Resulü’nün hükümleri doğrultusunda muhakemeleşmemek; şeriatı reddetmek; laik bir diyanete razı olmak; İslam dışı devleti meşrulaştırmak; Allah’ın söylemediğini söylemek; Kur’an’a muvafık olmayanı isnat etmek; Allah’a güvenmemek; beşerin karşısında sinmek; Allah’ın hükümlerini siyasetten ve devletten dışlamak haram değil midir?   

Hele haram kılınan israfın nasıl manipüle edildiği sigarayı haram göstermekle kanıtlıdır. İçki ve kumar gibi haramlarda israf olduğuna göre; neden Allah, onları da israf çatısı altında zikretmeyip isimlerini deklare etmek suretiyle doğrudan haram olduklarına hükmetmiştir?    

Allah’ın haram kıldığını nefsi mazeretlerle helalmiş gibi savunanların, haram kılmadığı sigaraya haram diyerek iftiraya kalkışmaları apaçık bir münafıklıktır; küfürdür; fasıklıktır; kibirdir.

İslam adına yorumlarıyla fetva verenler, hak ile batıllık arasına sıkışmalarından haram ile helali dünya şartlarına, diğer bir ifadeyle seküler-laik hümanist iktidarların kurallarına göre değerlendirmekte; böylece referans aldıkları İslam’ı vahiy ve sünneti esas alarak değil beşeri çıkarlara dayanak kılarak yapmalarından zalimlerin ta kendileridirler.

Şöyle ki, süt veren hayvanlar, tertemiz sütü nasıl ki işkembe pisliği ile kan arasından kandan meydana gelen bir sistemden aktığı halde asla karışmamakta; dolayısıyla gerek kimyasal yapısı gerekse özellikleriyle farklı bir değer taşımıyor ise, haram ve helallerin, hak ile batıllığın ya da beşer ile Allah’ın saflığı bozulamaz.    

Ama ahkâm kesen yorumcular, beşeri güçlere yaranabilmek ve rızalarını kazanabilmek için sütün saflığını değil, meydana geldiği işkembe pisliğini ve kanı ele alarak mideleri bulandırmakta, akılları karıştırmakta ve hakkı iğfal etmektedirler.

Hiçbir beşer, ne dün ne bugün ne de gelecek için nokta koyamaz; noktayı ancak ALLAH koyar!

“De ki: Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” Yunus 59

(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” Tevbe 31  

“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” Nahl 116

 

Hayat çizemezsin…

Çünkü silgi kullanıyorsun; oysa silginin kullanılmadığı tek yer hayattır!

Ya kâinata, insana, hayvana ve her türlü canlıya hayatiyet kazandıran; fiziği meydana getiren “ruhu” ne yapacaksın; nasıl yaratacaksın; ne tür bir varlık kazandıracaksın; yerine ne koyacaksın; nasıl yaratıcı ALLAH’ı yok edebilecek ya da pazarlık yapıp tahtına ortak olabileceksin; milyarlarca canlının kaderlerini yazabilecek misin; yerde ve gökte olanları idare edebilecek ve sayılarını bilebilecek misin; ceza ya da mükâfatla sonlandırabilecek misin; adil olabilecek misin; kötülüklere son verebilecek misin; musibetleri ortadan kaldırabilecek misin; geleceği ve kalplerde saklı olanları bilebilecek misin?

Ruhsuz bir bedenin fiziki hiçbir anlam ifade etmediği mezarla kanıtlı iken; haydi diyelim suni organlar ürettin hatta baştan aşağı beden yaparak kan, et, kemik ve sinirler giydirmiş olsan bile kadavradan başka bir işe yaramayacaktır.

Bedene dirilik kazandıran ve etkileşmeyi doğuran ruhun tartışılmaz varlığı karşısında insanın ya da diğer canlıların bağımsız yahut özgür olabilmesi mümkün değildir. Çünkü ruh, yaratıcının İradesi altındadır. Öyleyse ruh yaratamayan insanın özgürlüğü hayalden öte değildir.  

Bu sebeple iradenin özgür olamayışından her türlü hata, yanlış, kötülük, fecaat, kayıp ve acı gibi olumsuzluklar sahiplenilebilmektedir. Eğer irade, yaratıcı Allah’ın takdirini değiştiremiyor ve menfilikleri gideremiyorsa, özgür olabilmek mümkün değildir. İnsanın yapabildiği, ulaşabildiği ve sahip olabildiği şeylerin hangi sebeplere ve oluşumlara bağlı geliştiği dikkatle araştırıldığında, ruhsal gerçeği keşfedecek; bedenin, organların ve maddenin sadece mazeret olduğu anlaşılabilecektir.

Doğru ya da yanlışı yaratanın hükümlerine göre değil de yaratığın nefsi doğrultusunda rehber edinenler, irade karmaşası içinde bocalayan asalaklardır. Sürekli nefsi istekleri kılavuz edinmelerinden dünün yanlış veya doğrusunu, gününün doğru veya yanlışı kabul eder ve değişime hazır bir önyargıyla yarını bekleyip durur. Oysa doğru ve yanlış hep aynıdır ve kim yarattı ise, bilen sadece O’dur! .

Ki, herhangi bir değişim söz konusu ise, kararı yaratık değil yaratıcı verir. Çünkü yaratan O’dur!

Böylece hayat çizeceğini sananlar, o hayatın altında öyle ezilmektedirler ki, istemedikleri, dilemedikleri, kaçtıkları, korktukları ya da nefret ettikleri hayatın beterini de sahiplenmek suretiyle tarumar olmaktan kurtulamamaktadırlar. Oysa diledikleri bir hayat için nefislerine yenik düşeceklerine, dilenilen hayata sabretmek suretiyle şükredebilselerdi, kaybeden değil kazanan olacaklarına şüphe yoktur. Çünkü yaratığa değil, istemediklerini meydana getiren yaratıcıya boyun eğmiş olmaları tartışılmaz bir kanıttır.  

Düşünce ve duygularının esareti içinde olan insanın nasıl özgür olmayan bir irade taşıdığı ölümü tasa edememesiyle kanıtlıdır. Yaratıcı Allah’ın yazdığı kader kendisini öyle kuşatmış ki, her ne olursa olsun mutlaka öleceğini bildiği halde ahiretsiz bir hayatı beka edinerek faniliğe odaklanabilmekte; dolayısıyla düşünce ve duygularının bağımsız yani özgür olmadığını ortaya koymaktadır.

Yaratılmış bir kul olan insan, hayatın kendisi olan ruh ve kader gerçeğinden bilime ve kibrine sığınarak ne kadar kaçmaya çalışsa, inkâr etse, eğip bükse, şüphe ve tereddüt duysa, kabul etmemek için çırpınsa da kurtulabilmesi mümkün değildir.

Dolayısıyla iradesine güvenerek hayatı çizebileceğini, dilediğine kavuşabileceğini, yaratıcısının üstüne çıkabileceğini, tedbirleriyle olumsuzlukları bertaraf edebileceğini, kaderi değiştirebileceğini ve sorunları yaratarak ortaya çıkaran Mutlak İrade’ye karşı koyabileceğini sanan insanın nasıl mazoşist bir fıtrata sahip olduğu başına gelen ve bir türlü engelleyemediği musibetlerden zevk duyarcasına yaşamakla aşikârdır.

İnsanı ve bilumum canlıları diri kılan nasıl ruh ise, hayatın kendiside ruhtur! Bu sebeple özgür olabilmek ve hayat çizebilmek ancak ruh yaratmak ve sahip olmakla orantılıdır! Velhasıl insan ne kadar özgür ve bağımsız ise, hayvan hatta bitkiler de o kadardır!

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların)  hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz’da)  dır. Hud 6

“«Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.»“ Hud 56 

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.“ En’am 38 

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır. Bakara 204

Sorunlardan kurtulmanın yolu aşikâr…

Ama sorundan kurtulmak istemeyene o yol öyle kapalı ve karanlıktır ki, aşabilmek ve aydınlanabilmek mümkün değildir.

Öncelikle sorunları ortaya çıkaran İrade’nin kimliği idrak edilebildiğinde çözüme ulaşabilinir. Dolayısıyla kimine şer, kimine hayır olan sorunların bela mı yoksa mükâfat mı olduğunun kanıtı hayattır.    

Sabır sorunu giderir; şükürde mutluluğa götürür!

Lakin her ikisi içinde Mutlak İrade’nin dilemesi zaruridir.  Ancak yaratık insan ile yaratıcı ALLAH arasında kıyasıya sürdürülen irade, bilgi ve akıl savaşı her ne kadar lafla yani kuramlarla üstün kılınmaya çalışılsa da, pratikte kazanan her daim Allah olduğuna göre çare kimdir?

Sorunları yaratarak ortaya çıkaran İrade’ye itaat kaçınılmaz bir çözüm ama nefsi gerekçelerle itirazda bulunan insan, mazoşist bir fıtrata sahip olduğundan sorunlarla yaşamaktan zevk duymaktadır.

Güneş batarken gölgelerin büyük olması misali insan, fayda yahut zarar verme inisiyatifine sahip bir kudretmiş gibi aklıyla oluşturduğu stratejilerle bile binbir çeşit musibetten kurtulamamaktadır.

Keşke zehir olmasaydı da o zehirden üretilen panzehirde olmasaydı demek nasıl mümkün değil ise, sorunu, kötüyü veya musibeti yok sayabilmekte imkânsızdır.  Bu sebeple mesele sorun değil, o sorunun panzehiridir.  

Mutlak İrade’ye karşı özgür ya da cüz’i iradeyi kabul etmek, zaten temel bir sorun olduğundan refahlık için açılabilecek hiçbir kapı bulunmamaktadır. Nasıl ki inandığı halde iman edemeyenin inancı hiçbir değer taşımıyor ise, bildiğini fiiliyata geçiremeyen veya onunla amel edemeyen bilgenin de hiçbir kıymeti olmamaktadır. Dolayısıyla sorun bilgide değil iradedir!

Bir dakika sonrası meçhul bir hayatın ne değeri olabilir ki, sorunlara isyan edilebilinsin! Ancak azan benliğe gem vurulamıyor, kabaran iştah doyurulamıyor, fırıldak gibi arayışta olan gözlere mani olunamıyor ve duyguların çalkantısı durdurulamıyor. Bizzat tecrübe ediniliyor ama idrak edilemiyor; bakılıyor ama görülemiyor; duyuluyor ama işitilemiyor; algılanıyor ama kavranamıyor. İşte sorun bu!

İnsanın sorunu ne akıldır; bilgidir; ne güçtür; ne de teknolojidir! Hayat öylesi tartışılmaz delillerle doludur ki, maalesef iddia edildiği gibi mantık işlevini yapamamakta ve doğru düşünmeyi sağlayıcı bir yönlendirmede bulunamamaktadır. Şayet doğru düşünme başarılsa bile irade sorunu aşılamamaktadır.

Gerek bireysel gerek toplumsal gerek devletsel gerek ulusal gerekse kâinatsal olsun karşılaşılan sorunlar, ancak o sorunları ortaya çıkaranın düşüncesi düzeyinde çözülür. Dolayısıyla sorun yaratmaya gücü olmayan yaratılmışın sorun çözebilmesi mümkün müdür? Ancak bir araç olarak yaratıcı ALLAH dilemişse mümkün olsa da, neticede çözen yine ALLAH’tır!

Madde dünyasıyla enerji dünyası, tıpkı bedenle fizik misali aralarında çılgınca genişleyen ruhsal bir köprüyle bütünleşir. Kâinattaki her gezegen gibi küçük bir nesnenin, bir su damlacığının bile kütlesi ve enerjisi vardır. Bir tarafta ruhsal enerji boyutu, diğer tarafta ise kütle boyutu vardır ve bu ikisinin arasında kadersel bir köprü bulunmaktadır. Bir bölgedeki “enerji-kütle”, civardaki “zaman-mekân” ile ilişkilidir. Böylece zaman ve mekân içindeki her türlü oluşum,”o kitap” ta ki yazgının güncelleşmesiyle açığa çıkmaktadır. Kâinatı, ruhsal ve maddesel meydana getiren temel denklem: Y=rm3s  olduğuna göre; yaratılmış bir insanın sorun yaratabilmesi ve yarattığı o sorunu çözebilmesi mümkün değildir.

Yaşanılmaya çalışılan mantık merkezli hayatın iyi veya kötü aldatıcı sürecine kapılarak, yarının bedbaht mı, yoksa mükemmel mi olacağının bilinememesi, iradesel umudun veya umutsuzluğun zaafsal sorunudur. Diğer bir ifadeyle sorun denilen musibetin şer mi yoksa hayır mı getireceğini bilemeyen insan, ancak o musibeti yaratana güvenmekle bilinmezlikten kurtulabilir

Başa gelen sorunlardan ya da musibetlerden tasalanıp korkmak insana yakışmaz! Çünkü kendisini yaratan ALLAH, onları da yaratmış ve çare olarak yüce zatına ortak koşulmaksızın sabırla itaat edilmesini emretmiştir. 

“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.” Mearic 19

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid 22

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” Ta-Ha 124

“Eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, iyice körleşerek azgınlıklarında direnirlerdi. Andolsun, biz onları sıkıntıya düşürdük de yine Rablerine boyun eğmediler, tazarru ve niyazda da bulunmuyorlar.” Müminun 75-76

“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet (sorun) isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir. “ Tegabün 11

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah’tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah’tandır» de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Nisa 78

Sen bir kulsun…

Ötesi olabilmen mümkün değildir!

Bu sebeple ne BM; ne ABD; ne Rusya; ne AKP; ne CHP; ne de başka bir beşerin, devletin, partinin ya da milletin hiçbir yaptırım gücü, fayda veya zarar verebilme inisiyatifi, yardım ve destekte bulunabilme kudreti, dilekleri karşılayabilme iradesi, yönetip yönlendirebilme aklı, huzur ve güveni sağlayabilme dirliği, değişim gerçekleştirebilme yetkisi ve kader yazabilme üstünlüğü kesinlikle yoktur.

Lakin bir başkalaşım mevzubahis ise, kaderde var olduğu içindir!

Ancak sinir kütlesinden ibaret beyinler olup da muhakeme edebilecek akılları olmayan yığınlar, akıl ve iradenin özgür olduğuna gösterdikleri kanıt nedir bilir misiniz; pratikte karşılığı olmayan kuramlardır. Dolayısıyla sinir kitlesi olan kümbetsel beynin tıpkı cesetsel beden gibi öldüğünde çürümesi misali, yaşarken de insanı hiçliğe ve akılsız bir yığınlığa dönüştürmesi, aklı yöneten özgür bir iradenin olmayışını ortaya koymaktadır.

Ruh ile beden misali beyin ile akıl gibi görsel ve göksel varlıkları birbirleriyle çatıştırıp ya üstün kılarak ya da yok farz ederek paradoks yaşayan yığınlar, pozitif bilim adına niceliğe yönelik bir kanıta çalışırlar. Ya bilim adına duygu ile mantığı birbirinden kopararak yaratıcıya karşı yaratığı üstün getirebilme hezeyanlarına ne demeli!    

Ruhsuz bir madde ve fiziğin gücüyle üstün ve egemen olabileceğini seküler savlarla ispatlamaya çalışan yığınlar, özgür olamama ve hür düşünememe kaygısıyla ısrarla yaratıcı Allah ve yazdığı kaderi beğenmemekte; dolayısıyla bir yaratık olduklarını kabullenmek istemeyerek, benliklerini tanrısal yüceliğe ulaştırabilmek için saçma ne var ise, bilimselleştirmeye kalkışmak suretiyle bilimin saygınlığını da baltalamaktadırlar. 

İnsan benliğindeki yücelik ihtirası ve hırsı, sonsuz heves, talep ve arzunun süresi ancak başa gelecek musibetin tadılmasına kadar sürdüğü halde yine de gerçeğin reddedilmesi; özgür bir iradenin ve muhakeme edebilen bir aklın verebileceği tepkiler değildir. O an, birde bakarsınız ki böbürlenerek gökyüzünde dolaşan benlik yerde sürünmeye başlamış; namütenahi dileklerden vazgeçilerek, başa gelen belâdan kurtulabilme arayışına girilip can derdine düşülmüştür.

Hayvan düşünebilir mi?

İnsan görünümlü yığınların düşünen hayvanlar olduğu ayetle de sabit kılınmıştır. Pozitif bilimcilere göre, insan beyni sayesinde düşünerek akıl sahibi olabiliyorlarsa, beyin sahibi olan hayvanlarda da akıl var demektir

Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Tıpkı günümüz insanların “din ve bilim” ya da “kader ve özgür irade” ikilemleri gibi!

İnsanın mutlak güç olarak biyolojik beyni, ruhsuz fiziği ve kadersiz yaşamı savunması, özgür ve egemen olabilme hezeyanlarından kaynaklanmaktadır.  Allah, ruh, kader, vahiy, melek, cin ve şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme isteğindendir. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları, yine de gerçekleri ve mutlak hükümranı gizlemeye yeterli olmamaktadır. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sanal alemin yaşamla örtüşmeyen ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve hipotezleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfına ulaşılarak, kurtarıcı “tanrı” kimliğine bürünebilmektedirler. Ancak tecrübesel hayat, iddiaların çöpten ibaret olduğunu her an kanıtlamaktadır.

Ki, ağaçtaki bir yaprağın dahi yere düşmesi yaratıcı Allah’ın dilemesiyle gerçekleşiyor ise,  ölümlü bir beşeri tanrı yaparcasına ardına düşmek suretiyle umut bağlanabilmesi neyin nesidir?

Seküler-laik ve demokratik toplumlar, politeizm yani çok tanrılı inancı dolaylı olarak öyle meşrulaştırmışlar ki, başta Türkiye olmak üzere neredeyse Müslüman etiketli yığınlar, kula boyun eğebilmektedirler.   

Yaratıcı Allah’ın ruhsal oluşu yığınları tatmin etmemiş; dolayısıyla karşılarında görebilecekleri, dokunabilecekleri ve işitebilecekleri fiziki tanrıya ihtiyaç duymalarından gerek siyasi gerek dini gerekse bilimin önderlerini tanrı konumunda rehber edinebilmektedirler. Dolayısıyla her ne kadar Allah ve Resul’üne iman ettiklerini söyleseler de, pratikte tam aksi davranmaktadırlar.     

Peygamberlerin yöneticilikte, diğer bir ifadeyle fayda veya zarar vermede iradesel hiçbir güçleri bulunmayıp sadece Allah’tan inen vahyi tebliğle görevli oldukları apaçık bildirildiği halde; peygamberleri bile Allah’a ortak koşabilen yığınlar, en alttan en üste kadar makam sahibi her ölümlüyü ortak kılan bir ihanettedirler.  

Oysa insan ölümlü bir kul; aşk ve tazimle ardına takılan hilkatteki eşlerinin de kendileri gibi kul olduğu idrak edilebildiğinde yüceltme şirkinden; dolayısıyla yığın olmaktan kurtularak insanlık şerefine ulaşılabilecektir.

Dilediğini yücelten, dilediğine makam veren, dilediğini mülk sahibi kılan, dilediğini seçen Allah ise, ölümlü beşer kimdir?

ALLAH’ın vermediği; haksızlık ve adaletsizlik yaptığı, yığınları cezasız bıraktığı ne var ki, yaratık kulu, yüce zatına eş tutarcasına ardına düşülebilip umut beslenebilinmektedir?

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet 6 

“«Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.» “ Hud 56 

“Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Tekvir 29

(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Al-i İmran 26

VEFAT HABERİDİR!

MEHMET ALİ ŞADOĞLU BUGÜN HAKKIN RAHMETİNE KAVUŞMUŞTUR.
CENAZE NAMAZI 03 MART SALI GÜNÜ FATİH CAMİİ‘ SİNDE ÖĞLE NAMAZINI MÜTEAKİP KILINACAKTIR.
CENAZESİ EDİRNEKAPI SAKIZAĞACI KABRİSTANINA DEFNEDİLECEKTİR.
TÜM OKUYUCU VE SEVENLERİNE DUYURULUR.
RUHUNA EL-FATİHA…