Posts Tagged ‘ insan 24 ’

Esed’li bir barış ihanettir!

Haçlı-siyonist egemenli bir ateşkes ihanettir; İslam dışı bir mütareke dine, şehide, yetime, dula, mazluma ve ALLAH’a ihanettir; İslam hükümranlığında olmayan bir uzlaşma ihanettir; ahireti dünya keyfiyetine satmaktır; dirliği, huzur ve güveni ahiretten değil dünyadan beklemektir; küfrü imana galebe çalmaktır; ALLAH’tan değil insandan korkmaktır; hak ve adaleti inkârdır; şehaddetten kaçıştır; hiç ölmeyecekmişçesine fani dünyada kalmak istemektir; yaratıcı ALLAH’ın ayetlerini tanımamaktır; kendini dünyaya adamaktır; ahiret yurdunu yalan saymaktır; nefsi imandan üstün kılmaktır; ruha fiyat etiketi koymaktır; insanlık ve kulluk onurunu peşkeş çekmektir…

Dünyayı değil ahireti baki kılabilmek için ALLAH adına cihad eden mücahitlere diyeceğim odur ki, değil bir canları, bin canları dahi olsa feda etmekten asla kaçınmasınlar; şehadet gibi eşsiz bir ameli kendilerine lütfeden rableri ALLAH’a kurban etmekten geri durmasınlar. Çünkü fani olan dünya için şeytani vesveselere ve argümanlara kanmasınlar ki, sonsuz kalacakları ahiretleri heba olmasın.  

ALLAH hükümlerinin ya da İslam’ın hâkim olmadığı bir düzen için barış; uzlaşma; refah; sağlık; huzur; güven; zenginlik; kalkınmışlık ve keyfiyet tamamen şeytani bir aldatmaca olup, haksızlık ve adaletsizliğe karşı kötülüğü üstün getirmekten başka bir şey değildir.

ALLAH’a adanmamış bir Müslümanlık olabilir mi ki, ahiret hayatı değil dünya düşünülerek Kur’an dışı güçlere boyun eğilebilinsin; gerekçesi de barış olabilsin? Oysa Müslüman için barış, İslam esaslarına göre yapılan bir ateşkes ve uzlaşmadır.

Öyleyse özellikle Suriye ve Filistin’deki Müslümanlar, neden haçlı-siyonist barbar güçlerin dayattıkları barışa razı olup, ALLAH’ı düşman edinsinler? Nasıl olsa sonunda öleceklerine göre ahireti dünya için satmanın faydası nedir?

Cinsel tatmin sırasındaki birkaç dakikalık zevk ne ise, dünyadan elde edilecek faydada odur! Peki, ya sonrası? Ki, o tatmin akabinde kapılan ölümcül hastalıklar, baskınlar, rezaletler, gayrimeşru hamilelikler, intiharlar, cinayetler ve bin bir türlü trajediler…

Neden ALLAH’ın yaşamı değil uğruna ölen şehitleri müjdelediğini hiç düşündünüz mü? Dolayısıyla hiçbir Müslüman, nefsi üstün kılan bir barışa asla yanaşmaz; yanaşamaz ve galibiyeti rabbine teslim edene dek savaşır ama dünyadaki geçici dirilik için değil ahiretteki ebedi dirilik için! 

Bu sebeple bir Müslüman’ın savaştan, tehlikeden, ölmekten ya da öldürülmekten kaygı duyabilmesi mümkün olmadığından İslam dışı bir barışı, huzur ve güven safsatasını kabul etmez; sırtını beşeri güçlere dayamış Müslüman kimlikli taşeronların kuruntularına ve çıkarlarına itibar etmez.

Müslüman için ya olmak ya da şehit olmak tartışmasız bir şeref olduğundan ALLAH’ın hükümlerine yüz çeviremez; Resul’ünün yolundan ayrılmayarak, oyun, eğlence ve övünme odağı olan dünyaya meyletmez. 

Zafer ve barış odur ki, küfre karşı savaştır! Diğer bir ifadeyle İslam’a düşman abd, rusya, israil, iran, esed ve bilumum Kur’an düzeni karşıtlardır. Müslüman için “Ah” ya da “Oh” yoktur; sadece “ALLAH” vardır. Batıl odaklı bir barış ancak nefse hükmettiğinden İslam’daki karşılığı cihaddır; savaştır!

Hele Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın elebaşı zalim Rusya Devlet Başkanı Putin ile Soçi’de gerçekleştirdiği zirveden çıkan sonucun şeytan Esed’i nasıl memnun bıraktığı malumdur. Esed lehine İdlib’te silahsız bölge kurulma anlaşması ve Esed’e karşı savaşan mücahitlerin etkisiz kılınmak istenmesi adaletsiz bir mağlubiyeti kabul etmektir. Hani Cumhurbaşkanı Erdoğan zalim Esed’e karşıydı?

Zaten Müslümanların zulme karşı canlarını vererek yaptıkları mücadeleler ve çektikleri binbir meşakkat barış adına kesintiye uğratılmış ve eskisinden daha beter hale sokularak haçlı-siyonist barbarlara cesaret ve galebe çaldırılmıştır.

Ancak dünya menfaati adına mücadele veren muhalifler dışındaki mücahitler, asla barış oyununa gelmeyecek ve şehit olana dek savaştan vazgeçmeyeceklerdir. Aksi takdirde neden Esed, Rusya, Abd, İran ve müttefiklerine karşı savaşarak binlerce şehit, milyonlarca muhacir, yaralı, dul ve yetim kalınmasına sebep olunmuş olsun ki!

Gerginlik çıkaranların gerginliği durdurma maksatlı bayraktarlıkları hak ve adalete karşı bir cinayettir. Dolayısıyla kendilerini ALLAH’a ve ahirete adamış hiçbir Müslüman, şeytani bu tiyatroda figüran olmayacak; fani dünya için baki ahiret hayatlarını satmayacaklardır.  

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz? “ Enam 32

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” Ankebut 64

“Artık Rabbinin hükmüne sabret; onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre boyun eğme.” İnsan 24

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” Enfal 39

Hilkatteki eşine asla boyun eğme…

Ki, insanlıkla şereflenmiş olabilesin!

İnsanlıkla şereflenmek ancak yaratıcı Allah’a sadakatle orantılıdır. Çünkü şan ve şeref sahibi kılınarak yaratılan insan, diğer yaratılanların birçoğundan üstün kılınmaları hasebiyle yaratıcıları Allah’a öyle borçludurlar ki başkasını, zatına müsavi kılarcasına boyun eğemez.

Ubudiyet yani kulluk ya da diğer bir ifadeyle bağlılık, güven ve itaat, yalnız ve yalnız yaratıcı Allah’a duyulması gereken bir haktır; mükellefiyettir ve mecburiyettir.

Bedenen insan görünümünde ama ruhen mahlûka dönüşmüş yığınların cirit attığı dünyada iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayrılamaması öyle bir ucubeliği doğurmuş ki, insanlık silinmiştir.

Hak ile batılı yani gerçek ile yalanı muhakeme edebilen akılların olmamasından nefsinin hizmetine giren insan numuneleri, pisliğin üzerine konmuş sinekler gibidirler. Bu sebeple pislikten çıkıp temizlenememekte; üzerini pislikle örttükleri hak ve adalet ışığına kavuşulamamaktadır.    

İnsanoğlunun nefsini fevkalade etkileyen ve çağdaş hüviyet kazandıran yaratıcılık hırsı, biyolojik ruhsuz bir beyni ve fiziği odaklandırmış; böylece insanın bir kul yani yaratık değil özgür ve egemen tanrısal bir akıl ve irade sahibi olabileceği hezeyanını doğurmuştur. Allah, ruh, melek, cin ve şeytan gibi göksel varlıkların ya tamamen ya da kısmen inkâr edilmeleri, sınırlarının daraltılmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirilmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme ihtirasından kaynaklanmaktadır.

Her ne kadar yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillerle karşılaşmasına rağmen fikrindeki ‘benlik’ ısrarcılığı, yine de pratikte yaşadığı gerçekleri saklamaya yeterli olmamaktadır. Böylece “beyinci tanrısal” varlıklar olarak yalanlarını sürdürseler de, ölümle birlikte doğruya erişmektedirler.

Ölümlü bir insanın sahipliği, hâkimiyeti, dilediğini yapabilecek bir iradesi ve hilkatteki eşine boyun eğebilmesi mümkün olabilir mi? Ki, beşere boyun eğmek bir şirktir!

Oysa insan, halifelikle yüceltilmesine rağmen aklıyla bizzat içinde yaşadığı gerçek hayatı idrak edebilmesi gerekirken; hiçbir dayanağı ve yaptırımı olmayan abartıların peşine takılarak gören bir kör, duyan bir sağır ve kavrayamayan bir kalbe sahip olabiliyor? Çünkü özgür değil, hakkında yazılmış kaderin bir kulu yani tutsağı olmasındandır!

Mutlak İrade’nin boyunduruğu altındaki bir kul, başka bir kula boyun eğebilir mi? Eğebiliyorsa; ya kulluğu inkâr etmiş veya eğip bükmüş bir sapkındır; ya yaratıcı Allah’ın kendisine hükmedemediğini sanan bir mühürlüdür; ya da kendisini Allah’tan güçlü ve üstün gören bir kibirlidir.  

İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici güç ve kudretlerinin bir kısmını ya da tamamını kaybettiklerindeki tavırları, tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden farksızdır. Fıtratı gereği; anlık ve sürekli olmayan güçlere, cazibelere, makamlara ve rütbelere; benliklerini azdıran ödül ve iltifatlara karşı müthiş zaafları, yaşadıkları gerçekleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren rüyaları; mal, sağlık ve can gibi ağır bedeller ödemelerine dek uyanamamaktadırlar. Gerçi ani şokla uyansalar da acı dindikten sonra yine uykuya dalabilmektedirler. Neden fikirlerinde meydan okudukları yaratıcı Allah’a ve kadere karşı güçlerini kanıtlayamamaktadırlar?

Muhakeme edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez! Ancak kula olan kulluk pratikte aşikâr ise de, sözde herkes tanrısından bahsederek kula kulluk yapmadığını vurgular. Oysa kula kul olmak ve özellikle Allah’tan başkasını tanrı edinmemek sözle değil pratikle kanıtlıdır.  

Oysa söze değil eyleme ve yaşanılanlara bir bakıp otokritik yapıldığında; yaratan, yöneten ve yönlendirerek kaderi elinde bulunduran Allah’a mı, yoksa beşere mi kulluğun gerçekçi olduğu anlaşılmaya çalışmalıdır.

Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor, eceller belirlenemeyip durdurulamıyor ise; seküler-laik düşüncelerin ve pozitivist bilimin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?

Unutmamalıdır ki, insan bir yaratıktır ve yaratıcısı Allah’ın dışında herhangi bir kul yani hilkatteki eşleri tarafından güdülebilecek düşüncelere rağbet etmeyecek bir üstünlükte yaratılarak akıl ve kalple donatılmıştır. Ancak kim olduğunu bilmeden yahut irdelemeden kendisini öyle pisliğe konmuş bir sinek misali hayvanlaştırmış hatta daha sapkınlaştırmış ki, kula kulluk yapmayı imtiyaz belleyerek yaratıcısı yerine yaratığın önünde boyun eğmeyi kazanç edinebilmiştir.

“De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz.” Zümer 64

“Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır.” Ahzab 1

“Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekîl ve destek olarak Allah yeter.”  Ahzab 48

“O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme!” Kalem 8

“Artık Rabbinin hükmüne (boyun eğip) sabret; onlardan hiçbir günahkâra, yahut hiçbir nanköre boyun eğme.” İnsan 24

Katılım bankacılığı bir orospuluktur…

Ancak seküler-laik odaklı ekonomide gerek fahişelik gerekse orospuluk cinsellikle değil fikirle yapıldığından harami tatmindeki kaynaklarını sömürgecilikten almaktadırlar.

Faiz bankacılığı ile faizsiz bankacılık öyle benzerdirler ki, tıpkı fahişelikle orospuluk misali farksızdırlar. Amaçları aynı olup hedef çerçevesinde birbirlerini aratmasalar da aynı çanaktan beslenip aynı batıllığa kaşık sallamalarından ötürü aynı çukura atıklarını boşaltırlar.

Bankaları yönlendirip denetleyen Merkez Bankası’dır; diğer bir ifadeyle bankaların anası ya da bankaların bankası olma hüviyetiyle sahip olduğu görev ve fonksiyonlarını dayandığı faiz sistemli yasalarla icra eder ve ettirir.  

Faiz güdümlü para politikaları uygulayarak, para arzının kontrolünü sağlayan Merkez Bankası, bankaların en üstünde bulunan ve onların düzenlemelerini yaparak gerektiğinde finansman kaynağını sağlayan ana bir yapı ise, Katılım Bankası adı altındaki faizsiz bankacılığın var olabilmesi mümkün değildir. 

Lakin İslam dışı her olayda olduğu gibi bankacılıkta da öyle manipülatif bir maharet sahibiyiz ki, faiz sisteminden kaçan Müslümanları haramsal havuza dâhil edebilmek maksadıyla Katılım Bankalarını, faizsiz bankacılık olarak İslami literatürde meşrulaştırabilmişizdir.

Oysa faiz veren bankalar nasıl fahişeler ise, kar payı verdikleri iddiasında bulunarak İslami algı oluşturan Katılım Bankaları da orospudurlar.  

Öyle ki, önce akılları karıştırarak ve imanları iğfal ederek cezp eder, sonrada avına düşürdüğünü iliğine kadar sömürüp elinde avucunda ne varsa alıp götürür. Nasıl ki, şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı ‘yapmamak’ ise, seküler-laik tabanlı bir bankayla da alışverişe girilmemelidir. Kimileri dünyada yararlansalar bile ahiretlerini kaybedecekleri muhakkaktır.          

Finansal piyasanın ana kurumu olan İslam dışı bankalara öyle tutsak kılınınmış ki, sömürünün merkezleri olunabilinmiştir. Tamamen vicdanları paçavraya çevirip merhamet duygusunu ortadan kaldıran oportünist gaddarlıkları insani değerleri biçmiş; dolayısıyla önce güldürüp sonra kahrettirmişlerdir. Şehvetin doruğa çıkıp anlık tatmin için erkek yahut kadın fahişe veya orospunun verebileceği felaket nasıl hesaplanamıyor ise, bankalarla girilen ilişkiler daha beterini doğurabilmektedir.

Bankaların kurumsal varlığı yanında en alttan en üst düzeye kadar çalışanlar, zamanla taştan kalplere dönüşebilmekte; sömürgeci efendilerinin adamı olabilmek, ceplerini doldurabilmek ve mevkilerini yükseltebilmek maksadıyla masumiyet maskeleriyle en acımasız avcıdan daha zalim tuzaklarla insanları girdaba çekebilmektedirler.

Mevduatınız olduğu müddetçe etkileri altına alabilmek için akıl almaz taklalar atarak dilenci misali yakarmakta, sıkıntıya düştüğünüz de hasım misali kanınızı emebilmektedirler. Paraları çalıştırmaları amacıyla sömürgecileri sübvanse edenlerin nasıl insanlığı bitiren bir hoyratlıkla ihtiyaç sahiplerini mahvı perişan bıraktıkları idrak edilebilse, parazitlerin olmadığı bir dünya yani İslami hükümlerin egemen olduğu vicdan ve adaletin meydana geleceğine şüphe yoktur. Dolayısıyla sömürücülere imkân kazandıranlar süreç içinde çok daha berbat hale düşerek, hem kendilerini hem de insanlığı perişan etmiş olduklarını anlayabilecektirler.  

Allah Resulü; “Münafık, kâfirden yetmiş kat daha fazla tehlikelidir” buyurmuştu. Aslında bu hadis öyle derin bir muhteviyata sahiptir ki, insanlığın, dürüstlüğün, vicdanın ve adaletin özünü işaret etmektedir.

İslam algılı insanlar, liderlerini, yöneticilerini ve partilerini nasıl vahiy dışı İslami bir düşünce, davranış, politika ve devletle meşrulaştırılmışlar ise, faizsiz bankacılık adına Katılım Bankaları da öyle meşrulaştırılmıştır.

Fahişeler, nasıl pezevenklerinin gözetimi altında programlı bir çalışma yaparak fiyatlarını önceden belirliyorlar ise, bankaların pezevengi Merkez Bankası da güttüğü program dâhilinde bankaların tamamını yönlendirmektedir. Her ne kadar faizsiz bankacılık olan Katılım Bankalarına bağımsız yani İslami bir bankacılık algısı oluşturmaya çalışsalar da kesinlikle yalandır ve Merkez Bankası’nın ilkeleri dışına çıkamamaktadırlar.

Katılım Bankalarının faiz yerine kar payı vermelerinden fahişelikten ayrı tutsam da, aslında doğrudan tatmin amaçlı zina yapan orospulara haksızlık yapmaktayım. Çünkü faiz veren bankalarla kar payı dağıtan bankaların nasıl aynı oldukları, orantılarıyla kanıtlıdır.  

Faiz, fahişelikten, orospuluktan yani zinadan çok daha büyük bir haram ve günah olup, bankaların fuhuş sektöründen hiçbir farkları yoktur. Biri bedeni diğeri de akılla fuhşiyat yaparak şeytanın adımlarını takip ediyorlar ise, Allah nezdinde bir ayrıcalıkları olabilir mi? Sonuçta her iki sektörde ayetlerin inkâr edildiği ve haram kılındığı küfrü yerler olmalarından bankacılıkla fahişelik eşdeğerdir.

Dünyaca ünlü Pakistanlı iktisatçı Khan’da, Katılım Bankalarının faizli bankalardan farklı olmadığını vurgulayarak; ‘Bu bankacılık türü faizli bankacılıktan çok da farklı bir şey değil. Onlar İslami olduklarını söylüyorlar fakat temelde yaptıkları şey birbirine çok benziyor. Bu terminolojiyle İslami olduklarını iddia ediyorlar. Müslüman âlimler faizi tanımlarken birtakım hatalara düşüyor. Burada hataya düşmemeli, sadece Kur’an’ı Kerim’i rehber edinmeliyiz.” ifadelerini kullandı.

Şükürler olsun ki, ticari hayatımın hiçbir devresinde asla kredi kullanmadım, katılım hesabı açtırmadım. Hatta yıllar önce Emlak Bankası’ndan adıma çıkan çok yüklü ihracat kredisini dahi faizin haram olmasından dolayı reddetmiştim.

İfadelerimin kaba, argo ve odun gibi oluşundan ötürü okuyucularımdan özür dilerim.

“Budur cihanda en beğendiğim meslek; sözün odun olsun hakikât olsun tek.” Mehmet Akif Ersoy

“Kim, dünya hayatını ve zinetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahrette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler de batıldır.”  Hud 15-16

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” Araf 40

“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140  

“Artık Rabbinin hükmüne (boyun eğip) sabret; onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre boyun eğme. İnsan 24

Barış için savaş, asayiş için ceza mutlaktır…

Ancak hem savaş hem de cezaya karşı çıkanların duygu dinamikleri, iyilikten değil kötülükten yana bir tavır olduğu gerçeğini muhakeme edemediklerinden hümanizm denen insan tanrılaştıran seküler felsefenin etkisinde kalıp, sayfalarında hiçbir olumsuzluğun olmadığı hipotezlerini pratikte de var edebileceklerini sanmalarındandır.

Oysa kaderi belirleyen ve kuralları koyan bir Yaratıcı’nın egemenliğinde böylesi bir olasılığın mümkün olamayacağını bizzat yaşadıkları hayat ortaya koysa da, insanı yüceltebilmek adına inatlarını sürdürmektedirler. Çünkü kendilerinden güçlü ve güden bir varlığı kabul edememektedirler. Yaratıcı Allah’ın Mutlak İrade’sini reddetme üzerine temelleşmeleri; haksızlık, canilik, isyan ve adaletsizlik gibi suç işleyenlere layık olan cezanın verilmesine karşı ‘özgürlükler ve insan hakları’ adına muhalefete kalkışmakta, böylece ideolojileri doğrultusunda en vahşileri dahi savunabilmektedirler.

Sorun; kuralları tanzim ve düzeni inşa edenin insan olacağı seçimi, vahiy dışı akılcılık ve pozitivizm gibi düşünceleri bilim adına ‘Tanrı’ya karşı bir güç kılmaya çalışarak insanoğlunu zehirlemeleridir. Zehir öylesine etkili olmuş ki, Yaratıcı’nın her canlı için çizdiği kaderi alt edebilecek diledikleri tek tip düzeni yaratamamaları, yine de insanların uyanmasına tesir edememektedir. Beyinleri var ama Yaratıcıyı yaratıktan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilecek bir akılları bulunmamaktadır. Allah, dilemelerine izin vermedikçe her hangi bir insanın dilenebilmesi mümkün değilse de insan, özgürce dileyebileceğini ve iradesi doğrultusunda muktedir olabileceği yanılgısından sıyrılamamaktadır. O bir kuldur ama gururundan ‘ben’ demesi, şeytanın adımlarını takibe itmiştir. Dolayısıyla kayıtsız-şartsız Allah’ın iradesine teslim olmaktan ise, ya özgür ya da cüz’i irade savıyla debelenip durur,  her şeye, hatta kendi varlıklarından bile rahatsızlık duyarak başkaldırabilmektedirler.

Ayrıca fiziksel yahut maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilimsel anlayışlarında da öylesi bir çelişki içindedirler ki; neden ölümü durduramadıkları, yaşam süresini belirleyemedikleri, hastalıklara mani olamadıkları, planlamadıkları olaylarla menfi ya da müspet gerçekleşen dönüşümleri iradelerince denetim altına alamadıkları, musibet ve felaketleri engelleyemedikleri, kaçtıkları kötülükleri sahiplenebilmeleri, kaza diye tanımladıkları milyonlarca trajedinin önüne geçememeleri, sürekli talep ettikleri barışı sağlayamamaları, zenginlik ve sağlıklarını baki kılamamaları, tedbirlerine rağmen olumsuzlukları menedememeleri gibi binlerce olay; acizliklerini yeterince kanıtlıyorsa da benliklerden vazgeçilememesi iradesizliğinin somut bir delilidir.  

Ölüm ile yaşam; tıpkı kayıp ile kazanç gibi ikiz kardeştir. Eğer kazandığı gibi kaybı sindiremeyenin profesyonel bir işadamı olamayacağı misali yaşadığı gibi ölümü hazmedemeyende akli olamaz. Allah’tan gelene sevilmek ya da üzülmek yerine şükretmek, olabilecek ani bir dönüşümün ortaya koyacağı sürprize bariyer sağlar.

Ölümle nişanlanarak doğan insanoğlunun ölüme karşı duyduğu isyan; ne kadar nankör, hain ve sefil olduğunu kanıtlamaktadır. Batıl bir amaç uğruna ölmüş yakına üzülünür, hak yolunda ölmüş olana ise sevinilir; gözyaşı ve ağıt yerine bayram kutlaması imanın ve Allah’a teslimiyetin bir işaretidir. Ölümle ilgili hiçbir kulun Allah’a hesap sorma hakkı bulunmamaktadır. Çünkü doğarken mutlaka öleceği; ne zaman ve nerede olacağı ise kaderinde saklıdır.   

Kişinin ölümüne değil, nasıl öldüğüne odaklanılmalı, hele şehitlik gibi bir mertebeye ulaşılmış olunması müjde niteliği taşımalıdır. Bu sebeple bir saniye sonrası meçhul yaşamda ölüm gerçeğinden sakınılarak sevdiğini bakileştirecek bir duyguya yoğunlaşılması kriz ve isyanlara neden olmakta, sanki eceli değiştirme kudretine sahipmişçesine ‘keşke ya da acaba’ mantığıyla Allah’ın takdiri sorgulanabilmektedir.

İster bebek, ister çocuk, ister genç, ister yaşlı olsun; her canlı hakkında yazılmış olan eceli tatmaya ve nasıl öleceği ile ilgili süreci yaşamaya mahkûmdur. Aksini ispat iddiasıyla ortaya çıkan düşünce, pratikte başarılı olamadığı halde tartışmadan asla vazgeçmemektedir.  

Ne mutlu o ana, baba, eş ve çocuklara ki, sevdiklerini kahramanca Allah’a ulaştırabilmektedirler. Dolayısıyla Müslüman her ebeveyn, yakınlarının ahretlerini kurtarabilmeleri için şehit olabilmeleri uğruna dua edip Allah’a yakarmaları yerine isyan edebilmeleri, sınırı aşan şirksel bağlılıktan ve gafletten başka bir şey değildir. Allah’a karşı sahiplenme duygusu, işte böylesi bir isyanı tetiklemektedir. Oysa Allah, Tevbe Suresi 111. Ayette, ebedi cennetin nasıl kazanılabileceğini açıkça buyurmuş ve ne kadar yakının da olsa hiçbir kulu Allah, Resulü ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili tutulmamasını emretmiştir. Onun için evlatları, eşleri, baba ya da anneleri şehit olanlar üzülmemeli, bilakis sevinç duymalıdırlar. Çünkü şehitlere ağıtlar değil, sevinç çığlıkları yakışır…

Allah’a ve insanlığa savaş açmış pkk gibi barbar teröristlerin şehit ettikleri yiğitlere akıtılan her gözyaşı ve yakılan ağıtlar, bilinmelidir ki diri olan ruhlarına bir eziyettir. Oysa üzülmek ve isyan, terörist ve suçlu yakınlarına yakışır bir davranıştır.

Ne acıdır ki ahkâm sürdürdükleri toprakları akıttıkları şerbetsi kanlarla kendilerine bırakan ecdadına ihanet eden politikacılar, saltanatsı keyiflerini sürdürebilmek için ne din ne de vatanları uğruna dik durmakta, düşmanlara karşı sert davranamayarak tehditlerinden ürkebilmektedirler. Eğer kendilerini şehit olmaya adamış yiğitler olmasaydı, ortada ne din ne de vatan kalırdı.   

Sürekli kendini savunarak yenilgiyi peşinen kabullenen bir yönetim, bir avuç teröriste karşı da aynı psikolojiyle hareket ederek gücünü ve itibarını yitirebilmektedir. Hâlbuki savaş ve ceza zafer getirir, savunma ise yenilgi…

Adalet; toplumu toplum, devleti devlet yapan öylesi hayati bir dinamiktir ki, en güçlüsü ve yakını da olsa zerre kadar tolerans tanınmamalı, nüfuz ve makamının etkisinde kalınarak adaletin eğip bükülmesine fırsat verilmemelidir. Adalet, en zayıfından en güçlüsüne kadar eşit uygulanmalı, zayıfına kelepçe takılıp suçluya öngörülen kurallar işletilirken, güçlüsüne kelepçe vurulmayıp hâkim ve savcılara ait protokol kapılarından geçirilmeleri eşitsizliğin ta kendisidir.

Adaleti titizlikle ayakta tutmayıp güce ve makama göre yapılan ayrıcalıklar, o yargıya ve devlete olan güvensizliğe neden olur. Gerekçesi ne olursa olsun adalet karşısında herhangi bir suçluya tanınan imtiyaz, zamanla devlete karşı isyanı olgunlaştırır. Uygulanacak cezada kesinlikle acıma duygusuna kapılmamalı; kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa adaletle şahitlik etmek ve hüküm vermek, toplumun suçlardan arınmasına bir şah damardır.

Ancak insanı gizli birer tanrıya dönüştüren seküler düşünce, Yaratıcı’nın kurallarına göre değil de nefsi öncelik kılan kuralları egemen kıldığından adalet tecelli edememekte, dolayısıyla zengin ve güçlülere azami sahip çıkılarak fakir ve sıradan insanlar horlanmaya çalışılmaktadır.

Eğer her şeyi gözeten ve yapılanlardan haberdar olan Yaratıcı Allah olmasaydı, adaletsizliği işleyen ve suçluyu kayıranlar kazançlı çıkacak, ezilenlerin hakkını müdafaa edecek bir güç bulunmayıp gören, âmâyı ezip geçecekti. Allah’tan başka hangi güç denetimsiz bir nefisle başa çıkılabilir? Allah’ın yaptırım gücü bulunmasaydı, geçici iktidar sahiplerinin insanlara çekirdek filizi kadar bile bir şey vermeyecekleri muhakkaktı.  

Allah’ın Nisa Süresi 28. Ayetinde insanın güçlü değil aksine zayıf yaratıldığını, Zuhruf Süresi 15. Ayetinde de apaçık bir nankör olduğunu buyurması, tecrübelerinizden de sabit değil midir?

Onun için Yaratıcı Allah’a değil de yaratık insana güvenip dayanan; Allah’a karşı kibirlenen; Allah’ın koyduğu düzene böbürlenerek nefsi doğrultusunda yasalar çıkaran; adaletle şahitlik etmeyen; ölmek yahut öldürülmek korkusuyla haksızlıkları kabullenircesine sessiz kalıp savaştan kaçınan, suçluya hak ettiği cezanın verilmesinde mücadele etmeyen ve salıverilmelerini arzulayan, adaleti eşit uygulamayan, Allah ve insanlık düşmanı teröristleri barındırarak izzet ve ikramda bulunanların tamamı, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğrayan günahkârlardır.    

“İşte onların cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğramalarıdır.” Al’i İmran 87

Allah, zatını vekil ve destek gören müminlere sabretmelerini, adil hükmü gereği günahkârları düreceğini açıkça vaat ederek, kendine iman edip teslim olmuş kullarından günahkârlara boyun eğmemelerini emretmiştir. Allah’ın insanoğlunu nasıl kuşatıp ilahi adaletini tecelli ettirdiği binlerce musibetle aşikârdır. Onun için zulme ve adaletsizliğe uğramış olanların haklarını iade eden sadece ve sadece Allah’tır.

“Artık Rabbinin hükmüne (boyun eğip) sabret; onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir nanköre boyun eğme.” İnsan 24