Posts Tagged ‘ iradeyle mi üstün olunur ’

Nutukta hizmetkâr; makam da tanrılar!

İnanç ve düşüncesi ne olursa olsun sahip olduğu makam ve mevkilerden kim olduklarını unutarak benlikleri tavan yapan insanlar öyle tanrılaşırlar ki, yaratıcın Allah’a ulaşır ama onlara yanaşamazsın!

Konumu, şöhreti, unvanı ve yaptırım gücü olmayan birçok insan; şikâyetlerini, dertlerini, karşılaştıkları haksızlık ve adaletsizlikleri dile getirip çözüm bulabilmek için konuyla ilgili bir müdürü, genel müdürü, daire başkanını, müsteşarı, bakanı, başbakanı yahut cumhurbaşkanı ile görüşmek ister ama sekretaryadan öteye geçemezler. Gerçi sekretaryaya ulaşabilmeleri de istisna!

Ahirette dahi sorulmayan öyle sorgulamalardan geçilir ki, “kimsin; nereden arıyorsun; konumun nedir; ne için görüşmek istiyorsun; tanıyor musun; ne söyleyeceğini önce bana bildir; ilgili memurlarla görüş; görüşmeye zamanı yok; müsait değil; yinede notunuzu alayım” gibi öyle geçilmez kapılarla karşılaşılır ki, sıradan bir vatandaş olduğuna lanet edersin.

Ancak gerek seçim zamanlarında bir oy için sınırsız vaatleri ve yakarışları, gerekse kamu önündeki mütevazi maskelerine öyle aldanılır ki, yaratıcı Allah’tan daha çok itibar edilirler. Devletin gizli bir tanrılığa dönüştüğü seküler düzende, hem seçilmişler hem de bürokratların dokunulmazlıkları halkı tutsak kölelere mahkûm kılmıştır. Dolayısıyla sultalaşmalarına izin verilmelerinden layık olunanla da karşılaşıldığı tartışılmazdır.

Hikmet başının Allah korkusu, aşk ve taziminin olmadığı bir düzende, sıradan vatandaşın köle değil efendi ya da eşit haklara ve itibara sahip olabilmesi mümkün değildir.

Oysa kendini büyük görenler; bugün ayakları altında biten otun, yarın mezarlarının üstünde biteceklerini idrak edebilselerdi, alçaldıkça yüceleceklerini de bilirlerdi!

Yoksa onlar, bilgimizle, irademizle, başarılarımızla, hizmetlerimizle, arkamızdaki yığınlarla ya da yeteneklerimizle makamlara ulaşarak diğerlerinden üstünüzdür diye mi düşünmektedirler? Acaba Allah dilemeseydi, oturdukları koltuklardan böbürlenerek ahkâm kesebilirler miydi?

“Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür. “ İsra 21

Hâlbuki İslam anlayışı temel alınsaydı; hiç kimsinin makam ve konumu ayrıcalıklı ve dokunulmaz sayılmaz, ilgi ve saygı en zengininden en yoksuluna kadar eşit kılınırdı. Peygamber Efendimiz, devlet başkanlığı ve sonrasında zengin, fakir, büyük, küçük, efendi, köle ayırımı yapmaz; herkese eşit davranırdı. Şüphesiz yargı da öyleydi, Müslim-gayrimüslim, zengin-fakir, halife-dilenci bakılmazdı!

Lakin bir gün; Peygamber Efendimiz, Mekke’de iken Kureyş’in ileri gelenlerine İslam’ı anlatırken, gözleri görmeyen ve yoksul olan Abdullah b. Ümmi Mektum, Hz. Peygamber’in bulunduğu meclise girmiş ve İslam konusunda kendisinin aydınlatılmasını istemişti. Ancak güçlü ve zengin misafirleriyle olan görüşmesini yarıda kesmemek için Abdullah b. Ümmi Mektum’un gelişi Hz. Peygamber’in hoşuna gitmemiş ve ona karşı ilgisiz davranarak yüzünü çevirmişti. Bunun üzerine Allah, Peygamber Efendimizi uyarmak maksadıyla şu ayetleri indirmişti.

(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysa ki onun temizlenip arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat sen, koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun.”Abese 1-10

Ayetlerde geçen uyarıdan da anlaşılacağı üzere; Hz. Peygamber, olay esnasında Mekkelilerin önde gelenlerine İslam’ı tebliğe fazlaca kendini kaptırmıştı. Çünkü o, kendilerine dini tebliğ ettiği kişilerin Müslüman olacaklarını ümit ediyordu. Görme özürlü Abdullah b. Ümmi Mektum’u ihmal etmesi ve onunla ilgilenilmemesi, Allah tarafından hoş karşılanmamıştı.

Düşünün; bir peygamberin dahi bir müminle ilgilenmemesi uyarıya neden olurken; makam ve mevkileriyle ‘tanrı’ olduğunu sanarak kibirlenenlerin halleri nicedir! Ki, âmâ ve yoksul biri, en azından Peygamberin yanına veya meclisine girebilirken!

Yahu arkadaş! Ağaçtaki bir yaprağın yere düşmesi dahi Allah’ın dilemesine bağlı ise, mevki, makam veya konumundan ötürü büyüttüğünüz insanlar kimlerdir ki, onlara tevekkül ederek baş tacı yapabiliyorsunuz? Sonra da sizlerle görüşmeye yanaşmadıklarından şikâyet ederek hayıflanıyorsunuz! Ayrıca onların kamuya açık bir alanda herhangi birinizle tokalaşması, konuşması ya da sıkıntınızı giderme maksatlı dinleyişi veya çözümünün hiçbir samimiyeti olmayıp tamamen vitrinseldir. Öyle olamasaydı aradığınızda da karşınıza çıkmazlar mıydı?

“Ben, Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.” Hz. Ömer (r.a)

Seküler düzen sadece dini, siyaseti ve devleti mi biçti, ne acıdır ki adil ve herkese eşit davranması gereken yargı da tarumar etti. Nüfus, kariyer, pozisyon ve durum da yargının lehte ve aleyhte karar alması etkili olmaktadır. Etiketin var ise, aleyhindeki tüm deliller ve yargılamalar lehine dönebilecek nitelikte düzenlenerek sonuca ulaştırılmaktadır. Örneğin Fenerbahçe kulübü başkanı Aziz Yıldırım adlı mahkûm, hakkındaki suçla ilgili ağır ceza mahkemesinde yargılanıp aleyhine ceza tahakkuk etmesiyle birlikte Yargıtay’ca da onaylanarak hapse girmesi gerekirken; yeniden yargılanma gibi bir mevzuatla beraat edene dek süreç işletilebilmektedir. Düşünün; sıradan bir vatandaşın yeniden yargılanabilmesi yahut anayasa mahkemesinden lehine karar çıkarabilmesi mümkün müdür?

Dolayısıyla Allah’ın değil beşerin üstün tutulduğu bir düşünce düzeyinde hiçbir nefis, hak ve adaleti umursamaz. Varsa yoksa benliğidir! Darwin’in seleksiyon teorisi, seküler rejimde aynen tatbik edilmekte, güçlünün zayıfı yok etme meşruiyetiyle gelişen kapitalizm, her şeye nüfuz ederek pireyi dahi deveye çevirebilmekte; masumu suçlu, azgını ise masumlaştırabilmektedir.

Ne hizmetkâr ol ne de tanrı; insan ol insan!